4 Mayıs 2011 Çarşamba

Sosyotronik Sistem: İnsan mı daha güvenilir, makine mi?

İnsana güven
İlişkilerimizin temelini güven oluşturur. Bu ister insanlarla olan ilişkilerimiz olsun ister hayvanlarla, isterse de iş yaptığımız şirketlerle olsun her zaman ilişkilerimizde güven ararız. Arkamızı döndüğümüzde bizi ısırmayacak bir köpek, sırtımızdan vurmayacak bir dost, paramızı yatırdığımızda istediğimiz zaman geri çekebileceğimiz, her türlü yatırım işlemlerimizi yapabileceğimiz bir banka, bizi aldatmayacak bir eş-sevgili… Güvenmek bizim için o kadar önemlidir ki ayaklarımız yere ne kadar sağlam basıyorsa sırtımızı da yaslayabileceğimiz birilerinin olmasını isteriz hep. Önce kendimize sonra başkalarına güvenmek isteriz. Kendisine güveni olmayan insanlar her zaman çekingen huzursuz ve tedirgin olurlar. Onların mutlu olmadıklarını hal ve hareketlerinden çok rahat anlayabiliriz. Olması gereken insan profili değildir onlar. Olması gereken profil kendisine güvenen insandır. Güvenimiz ne kadar artarsa dışarıya karşı da o kadar güçlü görünürüz. Herhangi bir işi yapabilecek A kişisiyle B kişisi arasındaki en önemli fark güvendir.
Mustafa Kemal Atatürk kendisine o denli güvenmeseydi eğer, önce ülkemizi düşman işgalinden kurtarıp ardından bütün o devrimleri yapabilir miydi? Peki, Atatürk’ün Osmanlı Ordusundaki onlarca paşadan ne farkı vardı? Mustafa Kemal’in kararlılık ve azmi tabii ki diğerlerinden daha fazlaydı ama her şeyden önce o kendisine güveniyordu. Zaten bu kararlılık ve azmin oluşmasındaki en büyük etken de kişinin kendisine güvenmesidir. Atatürk de önce kendisine güvendi, sonra da milletine. Atatürk’teki bu kendine güven ve başarma hırsını gören halkı da ona güvendi ve hep birlikte dünyada eşi az görülen bir zafere ulaştılar. Bizler Atatürk değiliz belki ama hepimizin hayallerinde gerçekleştirmek istediği idealleri var. Unutmayalım: Her şeyden önce kendimize güvenirsek eğer bunu gören diğerleri de bize güvenecektir. Kararlı ve güvenli duruşumuzu evren bile saygıyla karşılayacak ve istediklerimiz birer birer bizim olacaktır.

Teknolojiye güven
Son zamanlarda insana duyulan güven yerini makinelere, bilgisayarlara duyulan güvene bıraktı. Bir bankanın atm cihazına para yatırırken paramızın kaybolmayacağına o kadar eminiz ki… Ya da içinde bulunduğumuz tren, istasyona geldiğinde kapıların otomatik olarak açılacağına olan güvenimiz de tamdır hep. Bilgisayarımıza kaydettiğimiz verilere deftere kalemle yazılanlardan daha çok güveniyoruz. Paramızı bir dostumuza emanet etmek yerine bankaların elektronik sistemlerine emanet etmeyi tercih ediyoruz. Her geçen gün internet üzerinden daha çok alışveriş yapıyoruz. Artık insan eliyle yapılana insandan daha çok güvenir olduk. Çünkü makineler iki kere ikinin dört etmesi kadar kesin sonuçlar verebilirken, insanlar duygulara da sahip olmaları nedeniyle makinelerden daha az güvenilirler. Paranızı emanet ettiğiniz bir dostunuz kötü hislerine yenilip paranızın üstüne konabiliyorken bankaların atm cihazlarının böyle bir şansı olmadığını biliyoruz. Çünkü onlar insanları dolandırmak üzere programlanmadılar. Ama insan, yapısı itibariyle yaygın bir deyişle çiğ süt emmiştir ve her an her şeyi yapabilecek potansiyeldedir. Herhangi bir etki karşısında sonsuz sayıda tepki olasılığı vardır insanın. Makine ise her etki için belli bir tepkiyi vermek üzere programlandırılmıştır.

Sisteme güven
Bundan otuz yıl öncesine kadar toplumsal sistem, kas gücü ve manuel kayıtlar üzerine kuruluydu. Şimdilerdeyse sistem teknolojik ortamın kontrolü altındadır. İnsanların çevrelerindeki tüm teknolojik ürünlere karşı duydukları güvenin toplamını sisteme duyulan güven olarak tanımlayabiliriz. Bu durumda sisteme duyduğumuz güven de teknolojiye duyduğumuz güvenle doğru orantılıdır dersek yalan söylemiş olmayız. Sistemi bir gemiye benzetirsek eğer-ki hepimiz aynı geminin yolcularıyız, teknoloji de içinde bulunduğumuz geminin kazan dairesidir. Teknoloji olmazsa adına toplumsal sistem dediğimiz gemi yürümez. Bu açıklama başlangıçta düz mantık gibi görünse de aslında düz mantık değil, tam tersine çok karmaşık bir önermeler mantığının basitleştirilmiş bir lojik diyagramıdır aslında. Öyle ya sistem sadece teknoloji değil aynı zamanda sosyal bir bütünlük içinde işlemektedir. İktisat, sosyoloji gibi toplum bilimleri mevcut sosyal yapıyı geliştirip bugünlere getirdi. Ama bugün geldiğimiz noktada teknoloji artık hepsini geride bırakmış durumdadır. Sistem hiç olmadığı kadar teknolojiye bağımlı halde geldi. Ve bu bağımlılık her geçen gün daha da artıyor.
Bankadaki paramız, borsadaki hisse senetlerimiz, emeklilik fonuna yatan primlerimiz, uluslararası geçerli diplomalarımız, internetten satın aldığımız uçak biletleri, hepsi sistemin teminatı altındadır. Sisteme o kadar çok güveniyoruz ki bütün bunların bir gün yok olabileceğini hesap edemiyoruz. Ya da hesaplamak istemiyor da olabiliriz. Çünkü böyle bir hesaplama çok korkutucu bir tablo çıkartabilir karşımıza. Elektro sosyal sistem ya da sosyo-elektronik sistem… Adına ne derseniz deyin bu yeni oluşum iki kere ikinin dört etmesi kadar basit görünse de dokuzuncu derece integralden daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Bir rakam hatası bile sistemi içinden çıkılamaz hale getirebilir.

Sosyo-ironi
Benim içinse durum son zamanlarda öğrendiğim bilgilerle birlikte daha çok sosyo-ironik bir hal aldı. 2012 fenomeniyle ilgili öğrendiğim en çarpıcı bilgilerden biri kutupların yer değiştirecek olması oldu. Söylenildiğine göre artı ve eksi kutuplar yer değiştirince hiçbir elektronik cihaz çalışmayacakmış. 2012’de sadece bunun olduğunu, diğer öngörülen olayların hiçbirinin olmadığını ve hepimizin hayatta kaldığını varsayalım. Eğer böyle bir şey olursa gönül rahatlığıyla emeklilik planlarımızı unutabiliriz. Evlerimizdeki elektronik eşyalar çalışmayacak, arabalarımız işe yaramayacak, fabrikalarda üretim duracak, elektronik iletişim kesilecek kısacası sosyo elektronik sistem yok olacak. Üstelik bunun olması için 2012 nin gerçek olması da gerekmiyor. Bilim adamları zaten dünyanın belli aralıklarla kutuplarının yer değiştirdiğini ve önümüzdeki değişimin de yakın zamanlarda olacağını söylüyorlar. 2012 kehanet olabilir ama bu gerçek. Belki o zaman yeniden insana güvenmeye başlarız…

Özgürlük Üzerine Düşünsel Denemeler…

Ne büyük filozoflar ne büyük laflar ettiler özgürlük üzerine. Ne büyük siyasetçiler ne ahkâmlar kestiler. Özgür insanlar olduğumuza bizi inandırmaya çalıştılar yıllarca. Ve de inandık… Peki, gerçekten özgür müydük? İşte bu yazıda özgürlükle ilgili milyonlarca bakış açısından sadece birkaçını bulacaksınız. Zaten her şey bakış açımızı genişletmek için, dünyaya daha geniş bir açıdan bakabilmek için değil mi? Her şey daha iyi görebilmek için, her şey görünenin ardındaki sırrı bulabilmek için. Gözlerimizin önündeki sır perdelerinin hepsi açılana kadar düşünmeye devam. Öyleyse açılsın perde ve oyun başlasın…

Nedir bu özgürlük?
Özgürlük de tıpkı aşk gibi tanımının yapılması oldukça zor bir olgu. Özgürlük meselesini iyi anlayabilmek için öncelikle kendimize şu soruları sormamız gerekiyor: Hangi şartlarda ve neye göre özgürüz? Özgürlük nedir? Özgürlük kişinin her istediğini yapabilmesi midir? İstesek de bir kuş gibi uçamıyoruz mesela. Ya da denizdeki bir balık gibi yüzemiyoruz. Öyleyse gerçekten özgür sayılır mıyız? Kütle Bedenlerimize bağlı haldeyken nasıl ve ne derece özgür olduğumuzu düşünebiliriz? Özgürlük elimiz kolumuz bağlı olmadan yaşamak mıdır? Köle olmamak mıdır? Köle olmadığımız her durumda özgür olmuş sayılır mıyız gerçekten? Gerçek özgürlük nedir? Bedenin özgürlüğü mü yoksa ruhunki mi? Ve özgürlük bir kelebeğin kanat çırpmasıysa eğer, neden kelebekler sadece bir hafta yaşar? Yoksa ölüm müdür özgürlüğün bedeli?

Issız ada…
Tek başımıza ıssız bir adaya düştüğümüzü varsayalım. Orada bizden başka hiç kimse olmayacağı için böylece kimsenin kölesi olmamız da söz konusu olmayacak. Adada kendi fikrimizden başka hiçbir fikir mevcut olmadığından dolayı da hiçbir fikrin hâkimiyeti altında olmayacağız. Düşüncelerimiz provoke edilmeyecek. Adadayken modern dünyanın tüm yönlendirmelerinden arınmış durumda olacağız. Beynimizi yıkayan TV programları, politikacıların propagandaları, küresel şirketlerin satın almayı özendirici reklamları olmayacak orada. Düşüncemizi değiştirebilecek hiçbir eğitim faaliyeti de olmayacak. Peki, böyle bir durumda özgürlüğümüzü kısıtlayıcı fiziksel ya da ruhsal boyutta hiçbir eylem olmadığı halde yine de özgür olduğumuzu düşünebilir miyiz? Adada kaldığımız süre boyunca kimsenin kölesi değiliz belki ama orada zorunlu olarak kalmamız gerektiğinden dolayı bu sefer de adanın tutsağı olduğumuzu düşüneceğiz ve özgür olmadığımızı hissedeceğiz. Adada köle olmamakla birlikte tam olarak özgür olduğumuz da söylenemez aslında. Çünkü gerçek özgürlük kölelikten değil tutsaklıktan kurtulmaktır. Ada örneğinden de anlaşılacağı gibi tutsak olmakla köle olmak aslında birbirinden farklı durumlar. Adanın tutsağıyız belki ama kölesi değiliz. Yani adada kalmak zorunda olmakla birlikte adanın işlerini yapmak gibi bir sorumluluğumuz da yok. Üstüne üstlük başarabilirsek eğer, adadan kurtulabilme ihtimalimiz bile var.

Kölelik ve tutsaklık arasındaki ince ama keskin fark…
Bütün bunları anlatarak kurgulamak istediğim sonuç şudur: Günlük hayatlarımızda da tutsaklık ve kölelik kavramlarını birbirine karıştırıyoruz ve içinde bulunduğumuz durumla ilgili yanlış çıkarımlara varabiliyoruz. Hâlbuki kölelik ve tutsaklık arasında ince ama keskin bir fark vardır. Özgür olmak için kölelikten kurtulmamız gerektiğini düşünüyoruz. Fakat asıl kurtulmamız gereken, bizi tutsak eden şeylerdir. Her kölelik tutsaklıktır ama her tutsaklığın kölelik anlamına geldiğini söyleyemeyiz. Tutsaklık, köleliği de kapsayan, kişiyi en kısıtlayıcı durumdur. Bugünse köleliğe karşı yürütülen çalışmalar bizi özgürleştirmek için değil sadece kölelikten kurtarmak için yapılmaktadır. Fakat kölelikten kurtulmuş olmamız gerçekten özgür olacağımız anlamına gelmiyor. Gerçek özgürlük kişinin tüm tutsaklıklardan kurtulmasıdır. Bizi biz yaptığını sandığımız tüm değer yargılarından kurtulmak, hatta içinde “Yargı” kelimesini barındıran her türlü düşünce yapısından kurtulmaktır.

İnanıyorum öyleyse özgürüm…
Özgür olmadığını düşünen birisine dünyaları da verseniz o kişi yine özgür olmadığını düşünecektir. Çünkü böyle olduğuna inanmıştır. Yapılması gereken, ona bir şeyler vermek değil, onu özgür olduğuna inandırmaktır. Çünkü özgür olduğumuza inandığımız müddetçe özgürüzdür. Bu düşünce, alışılagelmiş klasik dünya görüşüne göre ilk bakışta hatalı gibi görünebilir. Zaten bizim amacımız da alışılagelmişi yıkmak… Öyle ya bugüne kadar hep özgür olduğumuza inandırılarak kandırılmadık mı? Yalan da değil hani, köle gibi çalıştırılıp seyahat edecek parayı bile bulamayan ya da üçüncü dünya vatandaşı olduğu gerekçesiyle gelişmiş ülkelere vize alamayan insanlar köle ve tutsak değil de nedir? Bizler hem köleyiz hem de tutsak. Fakat tüm bunlara rağmen özgür olduğumuza inanmak elimizde ve bir bakıma da çok kolay. Birilerinin bizi özgür olduğumuza inandırırken kullandıkları yöntemleri bilinçli olarak kendi üzerimizde uygulayabiliriz. Özgürlüğün felsefi, siyasi ve fiziksel anlamları vardır. Benim anlatmaya çalıştığım anlamı ise özgürlüğün varoluşsal anlamıdır. Buna göre benliğimizi nasıl motive edersek, nasıl hissedersek o kadar özgür oluruz.

Aforizma…
Bütün dünyayı gezdiğimiz zaman özgür olmayız, sadece bütün dünyayı gezmiş oluruz. Sigarayı bıraktığımızda ise yeterince özgür oluruz. En azından sigara bağımlılığımızdan özgürleşmiş oluruz. Bir tarafta devr-i âlem öbür tarafta sigara bağımlılığından kurtulmak. Özgürlük işte bize bu kadar yakın, yanı başımızdadır. Nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım gerçek özgürlük içseldir ve hissedişle ilgilidir.

Köle Isaura Gerçeği…
Kim bilir belki de on dokuzuncu yüzyıl Brezilya’sındaki bir kahve tarlasında köle olarak çalışan bir Güney Amerika yerlisi ruhsal olarak bizden çok daha özgürdü. Köle İsaura’ mı daha özgürdü yoksa günümüzde yaşayan İşçi Hasan mı? Özgürlüğün ne kadar sübjektif bir durum olduğuyla ilgili bir de şu örneğe bakalım: Hapisteki bir mahkûmu ele alalım. Bu kişi hapisten çıktığında dışarıda serbestçe dolaşıp gezebildiği için bir süreliğine kendisini özgür hissedecektir. Taa ki yurt dışına çıkmak isteyene kadar. Bu kişi ülke içinde gayet serbest bir şekilde hareket edebilmekteyken mahkeme kararıyla yurt dışına çıkamayacağını öğrendiği anda özgürlüğünün kısıtlandığını düşünecektir. O artık gerçekten özgür bir insan olmadığını düşünüyor. Eğer öyle olsaydı dünyada istediği her yere gidebilirdi. Fakat şimdi bir milyon kilometrekarelik bir alanda, ülkesinde bir tutsak gibi yaşıyor. Hâlbuki yurtdışına çıkamayacağını öğrenmeden bir gün önce özgür olduğunu düşünüyordu. Şimdiyse bedbaht ve hala mahkûmluktan kurtulamadığını düşünüyor. Eğer yurtdışına çıkmak istemeseydi hala kendisinin özgür olduğunu düşünecekti. Peki, öyleyse ne değişti? Yalnızca fikirleri değişti. Bunun dışında değişen hiçbir şey yok. Değişen sadece kendi düşünceleri oldu. Klasik anlamda süregelen değer yargılarına baktığımızda aslında bizler ne özgürüz ne de değiliz. Bu tamamen konuyu nasıl düşündüğümüzle alakalı. Diğer taraftan bizlerin bu sübjektif bakış açılarımızı kendi lehlerine kullanmak isteyen kişi ve kurumların olduğunu da göz ardı etmemeliyiz ki bu başlı başlına ele alınması gereken ayrı bir konudur.

Köle Olmanın Avantajları…
Eski zamanlarda belki de bazı köleler özgür olmamaktan dolayı mutsuz değillerdi. Çünkü köle olmanın da kendine has avantajları var. Hatta eski zamanlarda kölelik şimdiye kıyasla neredeyse sefahat sayılabilecek kadar rahattı. Çünkü köle sahipleri köleyi parayla satın aldıklarından dolayı, bugün yeni aldığımız arabamız bizim için ne kadar değerliyse köleleri de onlar için o kadar değerliydi. Köle sahipleri zarar etmek istemediklerinden dolayı kölelerine çok iyi bakıyorlardı. Köle, günlük işlerini bitirdikten sonra başını sokacağı bir odaya ve günlük yiyeceğe sahip oluyordu. Hastalandığında tedavi masrafları sahibi tarafından üstleniliyordu. Oysaki günümüz şirketlerinde modern köleler olan işçilere hak ettiğinden daha düşük maaşlar veriliyor ve bu parayla onlardan hem karınlarını doyurmaları hem de barınmaları bekleniyor. Maalesef günümüzün işçileri eski zamanlardaki kölelerden çok daha zor şartlarda çalışıyor. Fakat modern köleler buna rağmen özgür olduklarını düşünüp hayatlarıyla ilgili hayaller kurabiliyorlar. Çünkü özgürlük, köleliğin çok üstünde düşünsel bir boyuttur. Gerçek özgürlük içsel bir hissediştir ve eğer gerçekten özgür olmak istiyorsak tüm tutsaklıklarımızdan kurtulmamız gerekir. Sağlıklı bir birey, özgürlüğün hem maddi hem de manevi-gerçek halini bilip ona göre hareket etmelidir.

Ölmeden Önce Ölenler…
Günümüzde hiç kimse ıssız bir adada tutsak değil artık. Hâlbuki bizler gerçek tutsaklığı ruhlarımızda yaşıyoruz. Hepimizin ruhlarının derinliklerinde prangalarla sımsıkı bağlı olduğu bir tinsel adası mevcut. Bizi o adalara bağlayan prangalardan ancak bağımlılıklarımızdan ve bizi tutsak eden her şeyden özgürleşerek kurtulabiliriz. Aşkımızdan, sevgimizden, nefretimizden ve bizi biz yaptığını sandığımız tüm o saçma sapan sanrılardan özgürleştiğimizde ancak o zaman gerçekten özgür olmuş sayılırız. Egolarımızdan özgürleştiğimizdeyse kocaman bir boşlukla karşılaşmaya hazır olmalıyız. Çünkü yokluk hissinin kendisi bile kalmadığında, biz olmayacağız artık. Gerçek özgürlük budur. Gerçek özgürlük, kişinin egosundan özgürleşmesidir. İşte bu yüzden hayatta olduğumuz sürece gerçekten özgür sayılmayız. Gerçek özgürlüğün bedeli ölümdür! Ölüm, özgürlüğün en üst boyutu, en yalın ve sınırsız halidir. Bizi engelleyen bütün zincirlerin ortadan kalktığı, ruhun en saf ve hareket kabiliyeti en yüksek halidir. İşte bu yüzden “Ölmeden önce ölenler” özgürlüğü sonsuz biçimde yaşadıkları için aynı anda iki yerde birden görülebilmekte ve maddeye istedikleri gibi hükmedebilmektedirler. Yaşadığımızı sandığımız hayat aslında koşullanmalar ve bağımlılıklardan oluşan bir yanılgılar bütünüdür. Bütün bu yanılgıların ruhumuzdaki yoğuşmasıdır aslında o kayıp adalarımız. Bireysel varoluşumuzun saf halini fark ettiğimizde, içimizdeki benlik duvarlarını birer birer yıktığımızda adım adım gerçek özgürlüğe ulaşmış oluruz.
Hayatlarımızı işgal eden bunca bağımlılığımız varken gerçek özgürlüğe ulaşmamız çok zor fakat imkânsız değil. İyisi mi bizler işe önce küçük tutsaklıklarımızdan kurtulmaya çalışarak başlayalım. Sigara ve alkol gibi… Ölmeden önce ölenlerden olmadan önce, ölmeden önce yaşayanlardan olalım. Aşk ve sevgi ile…