21 Kasım 2011 Pazartesi

Fikir Terzisi

"Dahi", sanılanın aksine yeni bir fikir bulan değil, iki fikri birleştiren, bağdaştırandır. iki fikir arasında ilgi kurup ortaya yeni ve orjinal bir fikir çıkartandır. Normal şartlarda yan yana gelemeyecekmiş gibi görünen iki fikri birbirine dikip ortaya güzel bir elbise çıkartandır. Dahi, "Fikir Terzisi"dir.

13 Kasım 2011 Pazar

Aforizma 41

Sahip olduğun kütle gücünü iyi kullanabildin mi ki düşünce gücünü kullanmaya çalışıyorsun. O bardağı elinle kaldırmak varken neden düşüncenle kaldırmaya çalışıyorsun? Düşünce gücünü kütleyi en iyi şekilde kullanabilmek için harcamalısın. Doğana uygun olan da budur...

12 Kasım 2011 Cumartesi

Aforizma 40

Yüklemler ayrı yorar, özneler ayrı... ne sıfat, ne zamir, ne de zarf hepsi yalan... İsim tamlaması gibi olmalı aşk, birlikte ve daha anlamlı...

5 Kasım 2011 Cumartesi

Aforizma 39

İlk çağlardan bu yana makyaj yapma alışkanlığını kadın değil de erkek edinseydi dünya nüfusu bu kadar artmazdı...

25 Ekim 2011 Salı

Aforizma 38

Derviş ermek için yola koyulur. Bu yolda aşk da sabır da dervişin işi... Ne gelirse haktan gelir diyerek, geleni "aşk" la başımızın üstüne koyabiliyorsak ve onu "sabır" la taşıyabiliyorsak eğer, "yol" dayız demektir...

9 Ekim 2011 Pazar

aforizma 37

Nedense herkes reklamcıları çok sever. Halbuki ne kazıklar yedik sayelerinde! Ah o yaratıcı çocuklar dünyanın için ettiler, halbuki herşey çok güzel olacaktı beyazlar daha beyaz olacaktı... Siyahlar daha siyah oldu sayelerinde...

6 Ekim 2011 Perşembe

aforizma 36

İyi satışçı herkese herşeyi satan kişi değildir. İyi satışçı kime neyi satacağını bilen kişidir.

21 Eylül 2011 Çarşamba

aforizma 35

Medeniyet lütfenle başlar, teşekkür etmekle yükselir...

10 Eylül 2011 Cumartesi

aforizma 34

gunumuzde insan omru ikiye ayrilir. Ilk yari ev almak icin para biriktirmekle gecer. Ikinci yari da alinan evin borcunu odemekle...

31 Ağustos 2011 Çarşamba

aforizma 33

Olaylara subjektif baktığımız sürece önyargılarımızdan kurtulamayız. Ve gerçek objektif bakış açısına sadece Tanrı sahiptir...

5 Ağustos 2011 Cuma

aforizma 32

Su gibi berrak ve temiz ol ki akasın...

19 Temmuz 2011 Salı

Umulmazlık Teorisi

Evren, beklemediğimiz şeyleri bize göndermek
konusunda çok ustadır…
Çoğu zaman olayların beklentilerimizin dışında gerçekleştiğini görürüz. Üstelik beklentilerimizi ne kadar çok kişiye söylersek gerçekleşme ihtimali de o kadar azalıyor nedense. Olumlu ya da olumsuz, çoğu zaman ummadığımız şeyler karşımıza çıkıyor. En başta kendi hayatımla, sonra da etrafımdaki insanların hayatlarıyla ilgili yaptığım gözlemlerde yaşamlarımızda çok enteresan ve sistematik denilebilecek düzeyde “umulmazlıklar” olduğunu fark ettim.

Gözlemlediğim kadarıyla hiçbirimizin hayatıyla ilgili umdukları şeyler gerçekleşmiyordu. Bu durum yüzde yüz olmasa bile %70-80 oranında böyleydi. Bu sistematiği fark ettikten sonra Murphy Kanunlarından ve Kuantum Teorisi'nden de güç alarak bu olağanüstü duruma “Umulmazlık Teorisi'” - “Unexpected Theory” adını koymayı uygun buldum. Aslında bu hepimizin bildiği fakat farkına varmadığı bir bilgiydi.

Davranış bilimlerinde, bildiğimiz fakat bildiğimizin farkına varmadığımız bilgilere “öksüz bilgi” denir. Bu da bir öksüz bilgiydi aslında ve yaşamımızın nasıl umulmazlıklar nehrinin üzerinde yol aldığını kendi hayatlarımız içinde gördüğümüz halde bilinçli olarak fark edemiyorduk. Bu bilgiyi açığa çıkartmak ve herkesin fark etmesini sağlamak için bunu bir hipotez haline getirdim ve şimdi sizlere umulmazlık teorisinin aslında hayatlarımızda nasıl bir kanun gibi işlediğini anlatmaya çalışacağım (Üstün sezme gücü olanları bu teoriden istisna tutuyorum). Umulmazlık Teorisi'yle ilgili örnekleri okudukça herkesin yaşamlarında teoriyle ilgili bir parça bulabileceğini umuyorum.

Bana hayattan ne umduğunuzu söyleyin size ne olmayacağını söyleyeyim…

Arkadaşlarınıza hayatta İstanbul’da yaşayamam demişsinizdir hep ve şimdi iş gereği İstanbul’da yaşamanız gerekiyordur. Ne umulmaz bir durum.

Tatile gitme planları yapıyorsunuz. Büyük ihtimalle bu yaz tatil için Çeşme’ye gideceksiniz. Kendinizi buna göre hazırlıyorsunuz. Arkadaşlarınıza da bu yaz Çeşme’ye gideceğinizi söylüyorsunuz. İnternetten Çeşme otellerini ararken Yunan Adaları’na çok uygun bir tur buluyorsunuz ve kendinizi yazın ortasında Girit Adası’nda plajda güneşlenirken buluyorsunuz. Şimdiyse Çeşme’ye gitmeyi ne kadar çok istediğinizi hatırlamıyorsunuz bile. Yine en umulmayan gerçekleşmiştir.

Küçükken hep ileride bir doktor olmanın hayallerini kurmuştunuz ama şimdi bir itfaiyeci oldunuz. Ya da küçükken hep itfaiyeci olmak isterdiniz, şimdiyse kadere bak ki bankacı oldunuz. Umulmazlık Teorisi'ne göre büyüyünce bakkal olmak istemiyorsanız eğer küçükken bakkal olmayı ummanız yerinde olacaktır…

Sınavdan yetmiş beklerken otuz almışsınızdır ya da otuz beklerken notunuz yetmiş gelmiştir…

Üniversite sınavlarında kaçımız istediği bölümü kazanabildi? Bunun sadece puanla alakalı olduğunu sanmıyorum. Puanımız yüksek olduğu halde yanlış tercihler yapmış da olabiliriz. Koca bir sene hukuk eğitimi için hazırlanırken ani bir karar değişikliğiyle birinci tercihimiz uluslararası ilişkiler olabilir. Böylece en yüksek puanı da alsak hukukçu olamayacağız artık. Yine umulmadık bir hayatın içine çekildik…

Uzun süredir gelmesini beklediğiniz belediye otobüsü umduğunuz süre içerisinde gelmemiştir. Bir süre daha gelmeyeceğini umarak bir sigara yakarsınız. Tam da sigarayı yaktığınız anda otobüs uzaktan belirir. Umduğunuz sürede gelmeyen belediye otobüsü ummadığınız anda gelivermiştir. Otobüs hem geç gelmiştir hem de sigaranız içilemeyerek ziyan olmuştur. (Sigara içtiğim dönemde sırf otobüs gelsin diye durakta beklerken sigara yaktığım çok olmuştur. Bu durumlarda da aslında otobüsün gelmesini umarak sigara yaktığım için yine otobüs gelmedi tabi ama en azından sigaramı içmiş oldum.)

Hayallerini süsleyen arabayı satın almak yerine daha önce aklına bile gelmeyen arabaları satın alan ne çok kişi vardır kim bilir. Zaten buradaki sihir, o arabayı almayı daha önce aklımıza getirmemiş olmamızda saklıdır. Eğer aklımıza getirmiş olsaydık umulmuş düzeye geleceği için almış da olmayacaktık. Almayı düşündüğümüz üç araba modelini de değil, dördüncü modeli, o hiç aklımıza gelmeyen modeli satın almanın ya da jeep almak isterken spor araba almanın izahı bilincimizin çok çok üstünde bir yerlerde saklı olabilir. Bu durumu otomobil pazarlama stratejisinin bir sonucu olarak da açıklayabiliriz ama bu yine umulmayanın yaşantımıza girdiği gerçeğini değiştirmeyecektir.

Umulmazlık Teorisi'nde konuyu başkalarına anlatma kısmı da çok önemlidir çünkü bir konudaki beklentimizi ne kadar çok kişiye söylersek onun olma ihtimali de o kadar azalıyor. Yani buna göre eğer bir şeyin olmasını istemiyorsanız başkalarına söyleyebilirsiniz. Mesela taraftarı olduğunuz takımın maçıyla ilgili yorum yaparken dikkat edin. "Çok iyi gidiyoruz şimdi gol atarız" dediğiniz anda muhtemelen golü yiyen sizin takımınız olacaktır. Çünkü evren bizleri mors etme konusunda çok ustadır.

Aynı şekilde umulmayanın gerçekleşme durumu aşkta da geçerlidir. Sarışınlardan hoşlanıyorsanız eğer muhtemelen esmer bir sevgiliniz olacaktır…

Bu örneklere göre istediğimiz bir şeyi ummamak en iyisi gibi görünüyor ama onun için de bir üst benlik tarafından bu işin kontrol altına alınması ve umulacak düzeyde benliğe indirgenmemesi gerekiyor. Çünkü bir şeyi isteyince aynı zamanda umuyoruz da… Umulmayanın gerçekleşmesinin o şeyin iyi ya da kötü olmasıyla herhangi bir bağı da yok. Yani sarışın bir sevgiliniz olsun istemişsinizdir hep ama bugün çok güzel bir esmer sevgiliniz ya da eşiniz vardır. Yani sonuç kötü değildir demek istiyorum! Sadece umulmayan gerçekleşmiştir. Ya da sınavdan zayıf not almayı beklerken iyi bir not almışsınızdır. Yine umulmayan gerçekleşmiştir ama olumlu yönde… Bu örnekleri sonsuz sayıda çoğaltmak mümkündür.

Teoriyi başka bir açıdan ele aldığımızda ise ummadıklarımızın gerçekleşmesinin istediklerimizi elde edemeyeceğimiz anlamına gelmediğini görürüz. Ummak ve istemek farklı dalga boyları gibidir. Eğer bir şeyi çok istiyorsak tabiî ki elde edebiliriz. Yani avukat olmayı çok istemişsek eğer, sınavda hatalı tercih yapmış olsak bile eninde sonunda hukuk fakültesine gider ve avukat oluruz. Başarının şifresi, umulmayan şeyler gerçekleştiğinde yılmadan çalışmaya devam etmektir. Ama hayatımızla ilgili yorumlar yapmak, seyrettiğimiz bir dizinin gelecek bölümünde ne olacağını tahmin etmeye benzer. İzleyiciler gelecek bölüm hakkında türlü yorumlar yapar ama senarist herkesi ters köşeye yatırıp en akla gelmeyen ihtimali yazar. Hayat da tıpkı bir dizinin gelecek bölümü gibi en akla gelmeyen ihtimalleri gerçekleştirir.

Kısacası evrende hayatlarımızla ilgili bilmediğimiz bir denge mevcut. Buna da kader diyoruz. İleride başımıza nelerin geleceğini bilemeyebiliriz belki ama şimdi ne umduğumuza bakarsak nelerin olmayacağını az çok sezebiliriz.

Eğer bu teoriye hala inanmıyorsanız şimdiki yaşamlarınızla on yıl önceki yaşantınızı karşılaştırın. Şu anda on yıl önce tahmin bile edemediğiniz bir hayatı yaşadığınızı göreceksiniz…

17 Temmuz 2011 Pazar

aforizma 31

Eğer cinsellikten bahsedeceksek herşeyden önce cinselliğin bir alışveriş değil, bir paylaşım olduğunu anlamalıyız. Sağlıklı bir cinsellik bedenlerin ve duyguların uyumuyla olur. Duyguların uyumunu romantizm sağlar. Romantizm duygusallığın cinsel içerikli olanıdır. Ve azıcık romantizmden kimseye zarar gelmez...

3 Temmuz 2011 Pazar

aforizma 30

Matruşka bebekleri gibi içe indikçe içimizden yeni bir ben daha çıkıyor. Farkındalığın sonu yok. İnsan da sonsuzdur ve sonsuz bir tekamül yolculuğunda ilerliyoruz. ruhlarımız gemi misali tekamül okyanusunda yüzüyor. Bu gemi hangi limana uğrasa yeni bir yük, yeni bir farkındalık alacak. Hangarlarımız bomboş doldurmak lazım. Durmaksızın yola devam...

aforizma 29

Eğer bir kurtuluş olacaksa hep birlikte kurtulacağız. Kimse tek başına kurtulmayacak. Tek başınıza bir dünya hayal edebiliyor musunuz? O yüzden herkes yanındakinin elinden tutsun. Saf sevgi olana kadar devam...

23 Haziran 2011 Perşembe

Aforizma 28

Birinci çeper: plasenta, ikinci çeper: saf beyaz ışık...plasentadan çıkıp milyonlarca yıl dünyada dolaşan insanlık daha önce yalnızca ölüm anında gördüğü saf beyaz ışığa artık her zamankinden daha yakın. Ölmeden ölmeden ölmeyi öğreneceğiz hepimiz. Az kaldı...

20 Haziran 2011 Pazartesi

Aforizma 27

Hayatta herkes aynı sınava girer, farklı sorularla muhattap olur...

17 Haziran 2011 Cuma

aforizma 26

Her zaman kelimelere anlam yüklenmez. Bazen de kelimeler kendi gücünü anlama yükler. Dilin kendi enerjisi vardır. Söz sihirdir...

aforizma 25

Tekamül mehter marşına benzer iki ileri bir geri... Geri adım atmadan ilerleyemezsin bu yolda...

aforizma 24

Sevgi hayattır...Kişi en başta kendisi sevgi olmalı, gözlerinden sevgi fışkırmalı. Bütün hücrelerin sevgiyle dolmalı ki o zaman nereye baksan sevgiyi görürsün, sevgi olursun, varoluşun coşkusu sarar tüm ruhunu, zaman durur, evrenle bir olursun. kişi ancak o zaman gerçek manada kendini tamamlamış olur. Sevgi hayattır...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Sosyotronik Sistem: İnsan mı daha güvenilir, makine mi?

İnsana güven
İlişkilerimizin temelini güven oluşturur. Bu ister insanlarla olan ilişkilerimiz olsun ister hayvanlarla, isterse de iş yaptığımız şirketlerle olsun her zaman ilişkilerimizde güven ararız. Arkamızı döndüğümüzde bizi ısırmayacak bir köpek, sırtımızdan vurmayacak bir dost, paramızı yatırdığımızda istediğimiz zaman geri çekebileceğimiz, her türlü yatırım işlemlerimizi yapabileceğimiz bir banka, bizi aldatmayacak bir eş-sevgili… Güvenmek bizim için o kadar önemlidir ki ayaklarımız yere ne kadar sağlam basıyorsa sırtımızı da yaslayabileceğimiz birilerinin olmasını isteriz hep. Önce kendimize sonra başkalarına güvenmek isteriz. Kendisine güveni olmayan insanlar her zaman çekingen huzursuz ve tedirgin olurlar. Onların mutlu olmadıklarını hal ve hareketlerinden çok rahat anlayabiliriz. Olması gereken insan profili değildir onlar. Olması gereken profil kendisine güvenen insandır. Güvenimiz ne kadar artarsa dışarıya karşı da o kadar güçlü görünürüz. Herhangi bir işi yapabilecek A kişisiyle B kişisi arasındaki en önemli fark güvendir.
Mustafa Kemal Atatürk kendisine o denli güvenmeseydi eğer, önce ülkemizi düşman işgalinden kurtarıp ardından bütün o devrimleri yapabilir miydi? Peki, Atatürk’ün Osmanlı Ordusundaki onlarca paşadan ne farkı vardı? Mustafa Kemal’in kararlılık ve azmi tabii ki diğerlerinden daha fazlaydı ama her şeyden önce o kendisine güveniyordu. Zaten bu kararlılık ve azmin oluşmasındaki en büyük etken de kişinin kendisine güvenmesidir. Atatürk de önce kendisine güvendi, sonra da milletine. Atatürk’teki bu kendine güven ve başarma hırsını gören halkı da ona güvendi ve hep birlikte dünyada eşi az görülen bir zafere ulaştılar. Bizler Atatürk değiliz belki ama hepimizin hayallerinde gerçekleştirmek istediği idealleri var. Unutmayalım: Her şeyden önce kendimize güvenirsek eğer bunu gören diğerleri de bize güvenecektir. Kararlı ve güvenli duruşumuzu evren bile saygıyla karşılayacak ve istediklerimiz birer birer bizim olacaktır.

Teknolojiye güven
Son zamanlarda insana duyulan güven yerini makinelere, bilgisayarlara duyulan güvene bıraktı. Bir bankanın atm cihazına para yatırırken paramızın kaybolmayacağına o kadar eminiz ki… Ya da içinde bulunduğumuz tren, istasyona geldiğinde kapıların otomatik olarak açılacağına olan güvenimiz de tamdır hep. Bilgisayarımıza kaydettiğimiz verilere deftere kalemle yazılanlardan daha çok güveniyoruz. Paramızı bir dostumuza emanet etmek yerine bankaların elektronik sistemlerine emanet etmeyi tercih ediyoruz. Her geçen gün internet üzerinden daha çok alışveriş yapıyoruz. Artık insan eliyle yapılana insandan daha çok güvenir olduk. Çünkü makineler iki kere ikinin dört etmesi kadar kesin sonuçlar verebilirken, insanlar duygulara da sahip olmaları nedeniyle makinelerden daha az güvenilirler. Paranızı emanet ettiğiniz bir dostunuz kötü hislerine yenilip paranızın üstüne konabiliyorken bankaların atm cihazlarının böyle bir şansı olmadığını biliyoruz. Çünkü onlar insanları dolandırmak üzere programlanmadılar. Ama insan, yapısı itibariyle yaygın bir deyişle çiğ süt emmiştir ve her an her şeyi yapabilecek potansiyeldedir. Herhangi bir etki karşısında sonsuz sayıda tepki olasılığı vardır insanın. Makine ise her etki için belli bir tepkiyi vermek üzere programlandırılmıştır.

Sisteme güven
Bundan otuz yıl öncesine kadar toplumsal sistem, kas gücü ve manuel kayıtlar üzerine kuruluydu. Şimdilerdeyse sistem teknolojik ortamın kontrolü altındadır. İnsanların çevrelerindeki tüm teknolojik ürünlere karşı duydukları güvenin toplamını sisteme duyulan güven olarak tanımlayabiliriz. Bu durumda sisteme duyduğumuz güven de teknolojiye duyduğumuz güvenle doğru orantılıdır dersek yalan söylemiş olmayız. Sistemi bir gemiye benzetirsek eğer-ki hepimiz aynı geminin yolcularıyız, teknoloji de içinde bulunduğumuz geminin kazan dairesidir. Teknoloji olmazsa adına toplumsal sistem dediğimiz gemi yürümez. Bu açıklama başlangıçta düz mantık gibi görünse de aslında düz mantık değil, tam tersine çok karmaşık bir önermeler mantığının basitleştirilmiş bir lojik diyagramıdır aslında. Öyle ya sistem sadece teknoloji değil aynı zamanda sosyal bir bütünlük içinde işlemektedir. İktisat, sosyoloji gibi toplum bilimleri mevcut sosyal yapıyı geliştirip bugünlere getirdi. Ama bugün geldiğimiz noktada teknoloji artık hepsini geride bırakmış durumdadır. Sistem hiç olmadığı kadar teknolojiye bağımlı halde geldi. Ve bu bağımlılık her geçen gün daha da artıyor.
Bankadaki paramız, borsadaki hisse senetlerimiz, emeklilik fonuna yatan primlerimiz, uluslararası geçerli diplomalarımız, internetten satın aldığımız uçak biletleri, hepsi sistemin teminatı altındadır. Sisteme o kadar çok güveniyoruz ki bütün bunların bir gün yok olabileceğini hesap edemiyoruz. Ya da hesaplamak istemiyor da olabiliriz. Çünkü böyle bir hesaplama çok korkutucu bir tablo çıkartabilir karşımıza. Elektro sosyal sistem ya da sosyo-elektronik sistem… Adına ne derseniz deyin bu yeni oluşum iki kere ikinin dört etmesi kadar basit görünse de dokuzuncu derece integralden daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Bir rakam hatası bile sistemi içinden çıkılamaz hale getirebilir.

Sosyo-ironi
Benim içinse durum son zamanlarda öğrendiğim bilgilerle birlikte daha çok sosyo-ironik bir hal aldı. 2012 fenomeniyle ilgili öğrendiğim en çarpıcı bilgilerden biri kutupların yer değiştirecek olması oldu. Söylenildiğine göre artı ve eksi kutuplar yer değiştirince hiçbir elektronik cihaz çalışmayacakmış. 2012’de sadece bunun olduğunu, diğer öngörülen olayların hiçbirinin olmadığını ve hepimizin hayatta kaldığını varsayalım. Eğer böyle bir şey olursa gönül rahatlığıyla emeklilik planlarımızı unutabiliriz. Evlerimizdeki elektronik eşyalar çalışmayacak, arabalarımız işe yaramayacak, fabrikalarda üretim duracak, elektronik iletişim kesilecek kısacası sosyo elektronik sistem yok olacak. Üstelik bunun olması için 2012 nin gerçek olması da gerekmiyor. Bilim adamları zaten dünyanın belli aralıklarla kutuplarının yer değiştirdiğini ve önümüzdeki değişimin de yakın zamanlarda olacağını söylüyorlar. 2012 kehanet olabilir ama bu gerçek. Belki o zaman yeniden insana güvenmeye başlarız…

Özgürlük Üzerine Düşünsel Denemeler…

Ne büyük filozoflar ne büyük laflar ettiler özgürlük üzerine. Ne büyük siyasetçiler ne ahkâmlar kestiler. Özgür insanlar olduğumuza bizi inandırmaya çalıştılar yıllarca. Ve de inandık… Peki, gerçekten özgür müydük? İşte bu yazıda özgürlükle ilgili milyonlarca bakış açısından sadece birkaçını bulacaksınız. Zaten her şey bakış açımızı genişletmek için, dünyaya daha geniş bir açıdan bakabilmek için değil mi? Her şey daha iyi görebilmek için, her şey görünenin ardındaki sırrı bulabilmek için. Gözlerimizin önündeki sır perdelerinin hepsi açılana kadar düşünmeye devam. Öyleyse açılsın perde ve oyun başlasın…

Nedir bu özgürlük?
Özgürlük de tıpkı aşk gibi tanımının yapılması oldukça zor bir olgu. Özgürlük meselesini iyi anlayabilmek için öncelikle kendimize şu soruları sormamız gerekiyor: Hangi şartlarda ve neye göre özgürüz? Özgürlük nedir? Özgürlük kişinin her istediğini yapabilmesi midir? İstesek de bir kuş gibi uçamıyoruz mesela. Ya da denizdeki bir balık gibi yüzemiyoruz. Öyleyse gerçekten özgür sayılır mıyız? Kütle Bedenlerimize bağlı haldeyken nasıl ve ne derece özgür olduğumuzu düşünebiliriz? Özgürlük elimiz kolumuz bağlı olmadan yaşamak mıdır? Köle olmamak mıdır? Köle olmadığımız her durumda özgür olmuş sayılır mıyız gerçekten? Gerçek özgürlük nedir? Bedenin özgürlüğü mü yoksa ruhunki mi? Ve özgürlük bir kelebeğin kanat çırpmasıysa eğer, neden kelebekler sadece bir hafta yaşar? Yoksa ölüm müdür özgürlüğün bedeli?

Issız ada…
Tek başımıza ıssız bir adaya düştüğümüzü varsayalım. Orada bizden başka hiç kimse olmayacağı için böylece kimsenin kölesi olmamız da söz konusu olmayacak. Adada kendi fikrimizden başka hiçbir fikir mevcut olmadığından dolayı da hiçbir fikrin hâkimiyeti altında olmayacağız. Düşüncelerimiz provoke edilmeyecek. Adadayken modern dünyanın tüm yönlendirmelerinden arınmış durumda olacağız. Beynimizi yıkayan TV programları, politikacıların propagandaları, küresel şirketlerin satın almayı özendirici reklamları olmayacak orada. Düşüncemizi değiştirebilecek hiçbir eğitim faaliyeti de olmayacak. Peki, böyle bir durumda özgürlüğümüzü kısıtlayıcı fiziksel ya da ruhsal boyutta hiçbir eylem olmadığı halde yine de özgür olduğumuzu düşünebilir miyiz? Adada kaldığımız süre boyunca kimsenin kölesi değiliz belki ama orada zorunlu olarak kalmamız gerektiğinden dolayı bu sefer de adanın tutsağı olduğumuzu düşüneceğiz ve özgür olmadığımızı hissedeceğiz. Adada köle olmamakla birlikte tam olarak özgür olduğumuz da söylenemez aslında. Çünkü gerçek özgürlük kölelikten değil tutsaklıktan kurtulmaktır. Ada örneğinden de anlaşılacağı gibi tutsak olmakla köle olmak aslında birbirinden farklı durumlar. Adanın tutsağıyız belki ama kölesi değiliz. Yani adada kalmak zorunda olmakla birlikte adanın işlerini yapmak gibi bir sorumluluğumuz da yok. Üstüne üstlük başarabilirsek eğer, adadan kurtulabilme ihtimalimiz bile var.

Kölelik ve tutsaklık arasındaki ince ama keskin fark…
Bütün bunları anlatarak kurgulamak istediğim sonuç şudur: Günlük hayatlarımızda da tutsaklık ve kölelik kavramlarını birbirine karıştırıyoruz ve içinde bulunduğumuz durumla ilgili yanlış çıkarımlara varabiliyoruz. Hâlbuki kölelik ve tutsaklık arasında ince ama keskin bir fark vardır. Özgür olmak için kölelikten kurtulmamız gerektiğini düşünüyoruz. Fakat asıl kurtulmamız gereken, bizi tutsak eden şeylerdir. Her kölelik tutsaklıktır ama her tutsaklığın kölelik anlamına geldiğini söyleyemeyiz. Tutsaklık, köleliği de kapsayan, kişiyi en kısıtlayıcı durumdur. Bugünse köleliğe karşı yürütülen çalışmalar bizi özgürleştirmek için değil sadece kölelikten kurtarmak için yapılmaktadır. Fakat kölelikten kurtulmuş olmamız gerçekten özgür olacağımız anlamına gelmiyor. Gerçek özgürlük kişinin tüm tutsaklıklardan kurtulmasıdır. Bizi biz yaptığını sandığımız tüm değer yargılarından kurtulmak, hatta içinde “Yargı” kelimesini barındıran her türlü düşünce yapısından kurtulmaktır.

İnanıyorum öyleyse özgürüm…
Özgür olmadığını düşünen birisine dünyaları da verseniz o kişi yine özgür olmadığını düşünecektir. Çünkü böyle olduğuna inanmıştır. Yapılması gereken, ona bir şeyler vermek değil, onu özgür olduğuna inandırmaktır. Çünkü özgür olduğumuza inandığımız müddetçe özgürüzdür. Bu düşünce, alışılagelmiş klasik dünya görüşüne göre ilk bakışta hatalı gibi görünebilir. Zaten bizim amacımız da alışılagelmişi yıkmak… Öyle ya bugüne kadar hep özgür olduğumuza inandırılarak kandırılmadık mı? Yalan da değil hani, köle gibi çalıştırılıp seyahat edecek parayı bile bulamayan ya da üçüncü dünya vatandaşı olduğu gerekçesiyle gelişmiş ülkelere vize alamayan insanlar köle ve tutsak değil de nedir? Bizler hem köleyiz hem de tutsak. Fakat tüm bunlara rağmen özgür olduğumuza inanmak elimizde ve bir bakıma da çok kolay. Birilerinin bizi özgür olduğumuza inandırırken kullandıkları yöntemleri bilinçli olarak kendi üzerimizde uygulayabiliriz. Özgürlüğün felsefi, siyasi ve fiziksel anlamları vardır. Benim anlatmaya çalıştığım anlamı ise özgürlüğün varoluşsal anlamıdır. Buna göre benliğimizi nasıl motive edersek, nasıl hissedersek o kadar özgür oluruz.

Aforizma…
Bütün dünyayı gezdiğimiz zaman özgür olmayız, sadece bütün dünyayı gezmiş oluruz. Sigarayı bıraktığımızda ise yeterince özgür oluruz. En azından sigara bağımlılığımızdan özgürleşmiş oluruz. Bir tarafta devr-i âlem öbür tarafta sigara bağımlılığından kurtulmak. Özgürlük işte bize bu kadar yakın, yanı başımızdadır. Nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım gerçek özgürlük içseldir ve hissedişle ilgilidir.

Köle Isaura Gerçeği…
Kim bilir belki de on dokuzuncu yüzyıl Brezilya’sındaki bir kahve tarlasında köle olarak çalışan bir Güney Amerika yerlisi ruhsal olarak bizden çok daha özgürdü. Köle İsaura’ mı daha özgürdü yoksa günümüzde yaşayan İşçi Hasan mı? Özgürlüğün ne kadar sübjektif bir durum olduğuyla ilgili bir de şu örneğe bakalım: Hapisteki bir mahkûmu ele alalım. Bu kişi hapisten çıktığında dışarıda serbestçe dolaşıp gezebildiği için bir süreliğine kendisini özgür hissedecektir. Taa ki yurt dışına çıkmak isteyene kadar. Bu kişi ülke içinde gayet serbest bir şekilde hareket edebilmekteyken mahkeme kararıyla yurt dışına çıkamayacağını öğrendiği anda özgürlüğünün kısıtlandığını düşünecektir. O artık gerçekten özgür bir insan olmadığını düşünüyor. Eğer öyle olsaydı dünyada istediği her yere gidebilirdi. Fakat şimdi bir milyon kilometrekarelik bir alanda, ülkesinde bir tutsak gibi yaşıyor. Hâlbuki yurtdışına çıkamayacağını öğrenmeden bir gün önce özgür olduğunu düşünüyordu. Şimdiyse bedbaht ve hala mahkûmluktan kurtulamadığını düşünüyor. Eğer yurtdışına çıkmak istemeseydi hala kendisinin özgür olduğunu düşünecekti. Peki, öyleyse ne değişti? Yalnızca fikirleri değişti. Bunun dışında değişen hiçbir şey yok. Değişen sadece kendi düşünceleri oldu. Klasik anlamda süregelen değer yargılarına baktığımızda aslında bizler ne özgürüz ne de değiliz. Bu tamamen konuyu nasıl düşündüğümüzle alakalı. Diğer taraftan bizlerin bu sübjektif bakış açılarımızı kendi lehlerine kullanmak isteyen kişi ve kurumların olduğunu da göz ardı etmemeliyiz ki bu başlı başlına ele alınması gereken ayrı bir konudur.

Köle Olmanın Avantajları…
Eski zamanlarda belki de bazı köleler özgür olmamaktan dolayı mutsuz değillerdi. Çünkü köle olmanın da kendine has avantajları var. Hatta eski zamanlarda kölelik şimdiye kıyasla neredeyse sefahat sayılabilecek kadar rahattı. Çünkü köle sahipleri köleyi parayla satın aldıklarından dolayı, bugün yeni aldığımız arabamız bizim için ne kadar değerliyse köleleri de onlar için o kadar değerliydi. Köle sahipleri zarar etmek istemediklerinden dolayı kölelerine çok iyi bakıyorlardı. Köle, günlük işlerini bitirdikten sonra başını sokacağı bir odaya ve günlük yiyeceğe sahip oluyordu. Hastalandığında tedavi masrafları sahibi tarafından üstleniliyordu. Oysaki günümüz şirketlerinde modern köleler olan işçilere hak ettiğinden daha düşük maaşlar veriliyor ve bu parayla onlardan hem karınlarını doyurmaları hem de barınmaları bekleniyor. Maalesef günümüzün işçileri eski zamanlardaki kölelerden çok daha zor şartlarda çalışıyor. Fakat modern köleler buna rağmen özgür olduklarını düşünüp hayatlarıyla ilgili hayaller kurabiliyorlar. Çünkü özgürlük, köleliğin çok üstünde düşünsel bir boyuttur. Gerçek özgürlük içsel bir hissediştir ve eğer gerçekten özgür olmak istiyorsak tüm tutsaklıklarımızdan kurtulmamız gerekir. Sağlıklı bir birey, özgürlüğün hem maddi hem de manevi-gerçek halini bilip ona göre hareket etmelidir.

Ölmeden Önce Ölenler…
Günümüzde hiç kimse ıssız bir adada tutsak değil artık. Hâlbuki bizler gerçek tutsaklığı ruhlarımızda yaşıyoruz. Hepimizin ruhlarının derinliklerinde prangalarla sımsıkı bağlı olduğu bir tinsel adası mevcut. Bizi o adalara bağlayan prangalardan ancak bağımlılıklarımızdan ve bizi tutsak eden her şeyden özgürleşerek kurtulabiliriz. Aşkımızdan, sevgimizden, nefretimizden ve bizi biz yaptığını sandığımız tüm o saçma sapan sanrılardan özgürleştiğimizde ancak o zaman gerçekten özgür olmuş sayılırız. Egolarımızdan özgürleştiğimizdeyse kocaman bir boşlukla karşılaşmaya hazır olmalıyız. Çünkü yokluk hissinin kendisi bile kalmadığında, biz olmayacağız artık. Gerçek özgürlük budur. Gerçek özgürlük, kişinin egosundan özgürleşmesidir. İşte bu yüzden hayatta olduğumuz sürece gerçekten özgür sayılmayız. Gerçek özgürlüğün bedeli ölümdür! Ölüm, özgürlüğün en üst boyutu, en yalın ve sınırsız halidir. Bizi engelleyen bütün zincirlerin ortadan kalktığı, ruhun en saf ve hareket kabiliyeti en yüksek halidir. İşte bu yüzden “Ölmeden önce ölenler” özgürlüğü sonsuz biçimde yaşadıkları için aynı anda iki yerde birden görülebilmekte ve maddeye istedikleri gibi hükmedebilmektedirler. Yaşadığımızı sandığımız hayat aslında koşullanmalar ve bağımlılıklardan oluşan bir yanılgılar bütünüdür. Bütün bu yanılgıların ruhumuzdaki yoğuşmasıdır aslında o kayıp adalarımız. Bireysel varoluşumuzun saf halini fark ettiğimizde, içimizdeki benlik duvarlarını birer birer yıktığımızda adım adım gerçek özgürlüğe ulaşmış oluruz.
Hayatlarımızı işgal eden bunca bağımlılığımız varken gerçek özgürlüğe ulaşmamız çok zor fakat imkânsız değil. İyisi mi bizler işe önce küçük tutsaklıklarımızdan kurtulmaya çalışarak başlayalım. Sigara ve alkol gibi… Ölmeden önce ölenlerden olmadan önce, ölmeden önce yaşayanlardan olalım. Aşk ve sevgi ile…

5 Nisan 2011 Salı

aforizma 23

Herkes kendi ölümünü görecek kadar uzun yaşar...

20 Şubat 2011 Pazar

Aforizma 22

Önce kendine güven. Bunu gören diğerleri de sana güvenecektir...

21 Ocak 2011 Cuma

Aforizma 21

Engeller ne kadar büyük olursa başarı da o kadar büyük olur...

16 Ocak 2011 Pazar

Aforizma 20

Reklam kapitalizmin rujudur. Öpmeden önce kendisini güzel gösterir.

13 Ocak 2011 Perşembe

Aforizma 19

Her aşkın bir azalan marjinal faydası vardır...

1 Ocak 2011 Cumartesi

Konforlu Hayat

İnsan doğası gereği hep rahatı aradı. Sahip olduğumuz her şey hep daha keyifli ve rahat bir yaşam için yapıldı. Rahata ulaşma isteği en temel dürtülerimizden biri. Ama son zamanlarda bu istek de hayatlarımızda bir hastalık haline gelmeye başladı. Lezzetli yemekler, yumuşak minderler, konforlu evler, rahat arabalar… Bütün bunlara sahip olabilmenin de bir maliyeti oldu doğal olarak. İnsanoğlu bugün geldiği noktada bedenen konforlu fakat ruhen konforsuz bir hayat yaşıyor. Konforlu yaşam arzusu her bedeni işgal etmiş durumda. Artık spor yaparken bile dışarıda değil spor salonlarında koşmayı tercih ediyoruz. Çünkü böylesi daha rahat…

Gelişen bilimle birlikte insan ömrü de uzadı. Bundan elli yıl önce altmış olan ortalama insan ömrü şu anda seksenlere dayanmış durumda. Teknoloji ve bilimin sarıp sarmaladığı yapay hayatlar sayesinde canımıza can katıp uzun yıllar yaşamaya başladık. Artık bedenlerimize eskiye oranla çok daha fazla önem veriyoruz. Binlerce çeşit vücut kremi, binlerce farklı diyet türü, bedenimizle ilgili envai çeşit yapay konfor sağlayıcılar… Gelişmiş ülkelerin vatandaşları bugün bütün bu yeniliklere ulaşabiliyorlar. Her şey çok güzel. Peki, problem nerede? Yaşamımızı kolaylaştıran bunca yeniliğe rağmen neden hayatlarımız huzursuz ve sıkıntılar içinde geçiyor? Sahip olabileceğimiz hemen her şeye neredeyse sahip olduğumuz halde doyumsuzluk okyanusunun git gide daha derinlerine iniyor, sonsuz elemlerimize her geçen gün yenilerini ekliyoruz.

Hayatlarımız eskiye oranla çok daha güvenli gibi görünse de bu gelişmişlik beraberinde farklı sorunları da getirebiliyor. Ortalama yaşam süresinin artmasıyla beraber intihar oranlarındaki artış da kayda değer. Bununla birlikte uyuşturucu madde kullanımındaki artış da rahata düşkünlüğün tavan yapmış hali. İnsanlar eskiden idealleri için yaşar ve bu uğurda ölürlerdi. Şimdiyse rahatları için yaşayıp ölümsüz olmanın peşindeler. Gerçekten inandığımız şeyler uğrunda fedakârlık yaptığımızda bazen yorgunluktan bedenlerimiz yıpranabilir. Ama bir bedeni önemli bir amaç uğruna feda ettiğimizde aslında onu en iyi şekilde kullanmış oluruz. Fakat bugün gelinen noktada en büyük idealimiz rahata ulaşmak oldu. Eskiden bir öğrenci uykusuz kalıp gerekirse sabaha kadar ders çalışıp ertesi günkü sınava hazırlanırken, günümüzde öğrenci uykusunu alıp vücudunun kendisini yenilemesini, uykusuz kalıp ders çalışmaya tercih ediyor. Yani bedenin ihtiyaçlarını her şeyin üzerinde tutup bunu hiçbir şeyle tolere etmeyebiliyor. Günümüz insanı hiç olmadığı kadar rahatına düşkün oldu.

Bu gidişin sonu nedir?

Bu konforlu yaşam çılgınlığı devam ederse –ki büyük ihtimalle devam edecek, rahatımız için yapılan bu yenilikler uzun vadede insanoğlunun kas ve iskelet sistemini bile etkileyecektir. Mobilya teknolojisi ya da evlerimizdeki puf minderlerden bahsetmiyorum. Gün gelecek Avatar filmindekine benzer şekilde herkesin kullanabileceği yapay bedenlerimiz olacak. İçine girdiğimiz kabinlerde o bedenleri yöneteceğiz. Hatta o kabinler beynimizin fonksiyonlarının düzgün çalışabilmesi için vücudumuza besinler yükleyecek. Böylece o kabinlerden çıkmamıza da hiç gerek kalmayacak. Herkes kendi yaşam kabiniyle tanımlanacak ve beyin kaslarımızın dışında bir kas grubunu kullanmamıza gerek kalmayacak. Konforun maksimum seviyede olduğu bu durumun bir tık ilerisinde ise herkes ayrı bir dünya olacak. Şimdilik koltuktan ısıtmalı arabalarımıza binmeye devam edelim. Ama çok da alışmayalım çünkü daha rahatı gelecek…

Ufuktaki Tehlikeler

Bilimin kendine özgü çekiciliğini görmezden gelirsek eğer geriye yalnızca korkunun kaldığını görürüz. Bugüne kadar bilimin getirdiği faydaları düşündük hep. Fakat son zamanlarda insanlık bilimin ne denli tehlikeli olabileceğini fark etmeye başladı. Bu da beraberinde çözüm arayışlarını getirdi.
Benim için fizik dünyasında kilometre taşı sayılabilecek dört önemli buluş vardır; Arşimet'in suyun kaldırma gücünü bulması, Newton'un yer çekimi kanunu, Einstein’ın izafiyet teorisi ve son olarak da Max Planck' in kuantum teorisi... Esasen bu dört önemli buluş da birbirleriyle bağlantılı olması ve hayatımızın içinde yer almasına rağmen son zamanlarda kuantum fiziği en çok konuşulan konulardan biri haline geldi (Einstein’ın izafiyet teorisinin esinlendiği ana fikir kuantum fiziği olmasına rağmen sanki bu teori son zamanlarda ortaya atılmış gibi bir hava esiyor ortalıkta. Halbuki Max Planck bu teoriyi ortaya attığı sırada Einstein kısa pantolonla geziyordu). Bunun yanı sıra nano-teknolojideki gelişmeler, genetik dünyasının neredeyse ölüme çare bulacak hale gelmesi bana Atlantis Uygarlığı’nı hatırlatıyor. Onlar da ölüme çare bulmuşlardı ama büyük tufandan kurtulamadılar. Diğer taraftan hücrelerin devamlı kendisini yenileyebileceği bir teknolojiyi bulmak demek, vücudumuza bir kamyon çarptığında ölmeyeceğimiz anlamına da gelmiyor.

Görünüşte her ne kadar heyecan verici olsa da bilimdeki bütün bu gelişmeler git gide daha ürkütücü ve tehlikeli bir boyuta ulaşıyor. Benimse insanlığın geleceğine dair olan merakım bu konuyla ilgili içimde oluşan korkudan daha ağır basmakta. Bilim ve buna bağlı olarak teknoloji artık önü alınamaz bir şekilde gelişmeye başladı. Bizler, madde bedenlerimizden sıyrılıp evrende sörf yapmanın yolunu henüz bulamadan delinin biri bütün dünyayı bir gün havaya uçurabilir... Ve bu ihtimal her geçen gün daha da artmakta... Belki de gün gelecek evlerimizde nükleer bomba yapabilecek teknolojiye sahip olacağız. Peki o zaman ne olacak? Toplumun büyük kısmı bu tür sorularla ilgilenmiyor aslında. İnsanlar genelde anlayamadıkları noktada, durumu umursamamayı tercih ediyor. Fakat dünyayı bekleyen tehlike maalesef sadece sera gazı etkisiyle sınırlı değil. Kendi beyinlerimizin ürettiği problemlere artık çözüm bulamaz hale geldiğimizde her şey için çok geç olacak! Bu sıkıntıların psikososyal etkileri de cabası! Bu sadece bizim değil bütün dünya halklarının problemidir. Türk, Yunan, Alman demeden hepimizin ortak problemidir…

Bilgisayar ve elektronik teknolojisi, DVD filmler, ulaşım hızı, organik meyveler, sebzeler, evimizdeki beyaz eşyalar, mevcut finans sistemi, plastik alet edevatlar, teflon tava, düdüklü tencere, cep telefonu... Ben tüm bunlarla mutluyum. Yeni buluşlar yeni tehlikeler getirecekse eğer ben kendi adıma mevcut teknolojiyle yetinmeye razıyım. Fakat maalesef bilimsel ve teknolojik gelişmeler bizlerin arzu ettiği seviyede kalmıyor. Her şey devamlı gelişiyor ve daha da karmaşık bir hale geliyor. Olayın en ironik tarafıysa bütün bunların insanların sözde iyiliği için yapılıyor olması. Bilim ve teknoloji bu hızla gelişmeye ve karmaşıklaşmaya devam ederse korkarım ki gün gelecek hiçbir bilgisayar çalışamayacak, banka hesapları, uçak rezervasyonları, hastane kayıtları bir daha hiç düzelmemek üzere birbirine karışacak. Zaten bu tehlike ayrıca doğal döngü içerisinde dünyanın manyetik alanlarının değişmesiyle de bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır.

Öneri

Artık teknolojiyi kontrol altına alma zamanının geldiğini düşünüyorum. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi uluslararası bir “bilimsel gelişmeler güvenlik konseyi” kurulabilir. Üstelik bu da yetmez. Aynı zamanda bu konsey dünya ülkelerinin en çok önem verdiği kurum olmalı. Yeryüzündeki tüm araştırma laboratuarları, tüm şirketler, arge departmanları... Hepsi bu kurumun denetimi altında olmalı. Her yeni ürün ya da buluş kullanıma sunulmadan önce insanlık üzerindeki olası etkileri iyice hesaplanmalı! Sadece fiziksel etkileri değil sosyal ve psikolojik etkileri de... Eğer bu etkiler hesaplanamayacak durumdaysa hesaplanabilecek duruma gelene kadar o buluş kullanıma sunulmamalı... Doktorlar cep telefonları çıktıktan sonra beyin tümörlerindeki artışın tesadüfî olmadığını söylüyor. Tümör çocuklarımızı vurmadan gereken önlemi almalıyız...

Fantastik bir kâbus…

Teknoloji bu hızla ilerlemeye devam ederse insanoğlunun belki de günün birinde diğer boyutları da görebilmesi mümkün olabilecek. Belki de gün gelecek bilim, ölümden sonrasına da müdahale edebilir hale gelecek. Belki de bilim adamları radyoaktif cihazlarla ahirete açılan kapıyı kontrol altına alabilecek. Böylece bilimi kontrol altında tutan zenginler bir bir cennete giderken fakirler rahatça ölemeyecek bile! Adamın biri kredi borcu yüzünden intihar ettiğinde ahiret polisleri diğer boyuta geçip kişiyi sorgulayabilecek! Fantastik bir kâbus bu! Bu taraf ta Elektronlarına ayrılmış buldozerler öbür tarafa geçecek. Müteahhitler cenneti yıkıp yeniden inşa etmeye kalkışacaklar. Eski zamanlarda ölmüş olanlar tekrar dünyaya dönmek isteyecek. İnsanlık orta dünyada yaşamaya başlayacak böylece ölmenin de bir anlamı kalmayacak. Hatta ölmekle bile dertlerinden rahatça kurtulamayacağını bilecek insanlar. Şimdiki günlerimizi özleyeceğiz. Rahatça ölebilmeyi… Bu dünyaya göz yumup bir daha geri dönmemeyi… Ölüp de bu dünyadan rahatça sıyrılamamak ne acı… Bütün bunları düşününce ölümle birlikte bu dünyayla olan irtibatın tamamen kesilmesi çok daha iyi gibi geliyor insana. Kimbilir belki de gün gelecek Hitler’i öbür taraftan geri alıp bu dünyada sorgulayabileceğiz. Ama işe bir de iyi tarafından bakalım. Yüce önderimiz Atatürk’ü tekrar başa getirsek fena mı olurdu?

Şimdilik tüm bunların bir hayalden ya da yersiz tasadan ibaret olduğunu düşünebiliriz. Ama unutmamalıyız ki insanoğlunun bugüne kadar düşünüp de gerçekleştiremediği hiçbir şey olmamış. Bugünlerimizin keyfini çıkaralım. Geleceğe umutla ya da umutsuzlukla bakmanın da bir anlamı yok aslında. Çünkü her durum kendi özgün koşulunu yaratır. Ve insan her koşula en hızlı ayak uydurabilen varlıktır...

Aforizma 18

"Bu dünyada kalmak istemiyorum artık." diyenler intiharı çözüm olarak görebilirler ama bu da çözüm değildir. Çünkü ölsen bile toprağa gömecekler. Gerçekçi çözüm astronot olup ya da bir ufo bulup bu dünyadan ayrılmaktır...

Aforizma 17

Mutluluk evimizde beslediğimiz bir muhabbet kuşu gibidir. bazen omuzumuza konar, bazen de uçar gider yakalayamayız. Bazen bizimledir bazen de değildir. ama eğer muhabbet kuşunu iyi yetiştirebilirsek her zaman omuzumuzda kalır, pencere açık bile olsa uçup kaçmaz. Hepimizin içinde yetiştirilmeyi bekleyen bir muhabbet kuşu var. aman onu kaçırmayın yetiştirin ki hep sizinle kalsın:)