23 Aralık 2010 Perşembe

Aforizma 16

Bütün dünyayı gezdiğimizde özgür olmayız, Sadece bütün dünyayı gezmiş oluruz. Sigarayı bıraktığımızda ise yeterince özgür oluruz. En azından sigara bağımlılığımızdan özgürleşmiş oluruz. Bir tarafta devri alem, öbür tarafta sigara bağımlılığından kurtulmak. Özgürlük işte bize bu kadar yakın, yanıbaşımızdadır. Nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım gerçek özgürlük içseldir ve hissedişle ilgilidir.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Aforizma 15

Başaracağına inanıyorsan başarırsın.

Aforizma 14

Biryerde "Farkedilmiş" bir yetenek varsa eğer o akarsu gibidir engellenemez. Hiçbir duvar ona karşı koyamaz. Nasıl ki su akıp yolunu buluyorsa yetenek de er ya da geç kendini gerçekleştirir.

14 Aralık 2010 Salı

Varoluşa Methiye

Varolmanın neşesi doldurduğunda içini,
Tebessüm edersin, bebeği parlar gözlerinin...
Ay olur kaşların, gözlerin çoban yıldızı,
...Saçların samanyolu olur.
Aşk olur, kainatta yokolursun.
Aç koynunu yıldızları doldur içine.
Öyle ya sen kainatsın kainat da sen...
Aynı anda hem varolur hem yokolursun,
Varoluşun tatlı meltemiyle sonsuzluğa yelken açtığında...

4 Aralık 2010 Cumartesi

aforizma 13

Aah ah! O doğru insan nerede acaba? Yoksa insan doğruydu da zaman mı yanlıştı...

16 Kasım 2010 Salı

Kariyerizm: Kurumsal Kölelik













Daha önce sizlere ulaştırmış olduğum “Kapitalizm: Özgür Kölelik” isimli yazımda kapitalizmin bizleri nasıl köleleştirdiği meselesini anlatma işini bitirmiş olduğumu düşünerek başka konulara yönelmiştim. Zaman içinde okuyuculardan gelen istekler ve bu konuyla ilgili bende oluşan hisler, fikirler, beynimi tekrar kemirmeye başladı. Naçiz omuzlarımda bu düşüncelerin yüküyle yaşamaktansa bunların bir kısmını tekrar yazıya dökerek ruhumu biraz olsun rahatlamaya karar verdim.
Başlarken;
Öncelikle şunu bilmenizi isterim: Bizler göreceli bir dünyada yaşıyoruz ve bu görecelikten dolayı fikirlerimiz ve yaşantımız her an değişebilir. Kesin olarak doğru olduğuna inandığımız şeyler yanlış, yanlış bildiklerimiz de doğru çıkabilir. İnandığımız tüm değerler biranda alt üst olabilir. Olmayabilir de... Herhangi bir konuda, yaşadığımız süre boyunca haklılığımızı ispat edebiliriz. Hatta aradan 300 yıl geçse bile yine haklı görünebiliriz. Ama günün birinde inandıklarımızın tam tersinin doğruluğunun ispatlanıp ispatlanamayacağını bilemeyiz. Şimdi böylesine göreceli ve değişken bir dünyada yaşıyorken hiçbir şey için net fikirlere varılmamasını tavsiye ederim. Tarih nispeten gerçektir. Olmuş olan vakıalar sonucu insanlık tarihi bugünlere kadar gelmiştir ancak tarihin bile yanıldığına pek çok kere şahit olduk. Taraflı tarihçiler yüzünden bugün hala net olarak geçmişte neler yaşandığını bilemiyoruz. Şimdi olan şeyleriyse ancak şu andaki mantık pencerelerimizden görebiliriz ve bu gördüklerimiz yine aynı tarih, o güvenmediğimiz tarih tarafından haklı ya da haksız çıkartılacaktır…
Gökkuşağındaki tüm renklerin ve ara renklerin yer aldığı bir evrende yaşıyoruz. Yani sonsuz yorum ve olasılıklar denizinin tam ortasındayız. Belki de gün gelecek yeryüzündeki tüm düşünceler, varlığımızla ilgili neden ve nasıl soruları tek bir cümleyle açıklanabilecek. Zannediyorum o günden sonra konuşmaya da gerek kalmayacak, hiçbir konu hakkında yorum yapmaya da… Fakat o gün gelene kadar bizler düşünmeye, konuşmaya ve yorum yapmaya devam edeceğiz. Bu süre zarfında benim de yapacağım yorumların bazıları, içinde bulunduğumuz konjonktür içinde doğruymuş gibi görünse bile belki tarih ileride bunları haksız çıkartabilir. O yüzden düşünen bir beynin kuşkuculuğu hiçbir zaman elden bırakmaması gerekiyor. Modern hayat bir illüzyondan ibarettir. Bu yüzden daha dikkatli düşünmeli, tavşanın şapkadan nasıl çıktığını anlamak için sihirbazın hareketlerini iyi takip etmeliyiz. Çünkü gerçek, göremediğimiz o hızlı el hareketlerinde saklı. Buradaki asıl mesele sihirbazın el çabukluklarını görebilmek ve oyunu bozabilmektir. Kapitalizmin illüzyonu da propagandadır. Amiral gemileri de kurumsal firmalardır.
İnsan çiftlikleri: Kurumsal firmalar
Bir kurumsal firmayı iyi işleyen büyük bir çiftliğe benzetebiliriz. Çünkü kurumun insanlardan beklentisi çiftliğin süt veren sığırlardan beklediği verim beklentisiyle aynıdır. Bu çiftliklerde sistemin işleyişi şu şekilde oluyor: Önce İnsanları çeşitli özendirme taktikleri, türlü oyunlar, yalan dolan içeren propagandalarla çiftliğin içinde yer almanın ne kadar avantajlı olduğuna inandırıyorlar. Sonra da kapıdan içeri her girenin üstüne çiftliğin damgasını basıyorlar. Biranda o çiftliğin ineği oluveriyorsunuz. İşte o aşamada devreye insan kaynakları yönetimi giriyor. Bu da büyük aldatmacanın bir parçası. Kimin işletmeye daha faydalı olduğunu tespit edip, faydalı olmadığını düşündükleri çalışanları da kapının önüne koyuyorlar. Bazı çalışanların görevi de insan çiftliklerinde çalışanları tasnif edip, sınıflandırıp en etkin şekilde kullanmak oluyor.

Kusursuz işleyen bu sistemin bir de kurum kültürü ayağı var ki belki de içlerinde en tehlikelisi de budur. Çünkü kuruma giren insanları kurum kültürü adı altında farkettirmeden köleleştiriyorlar. Sistem sevdalıları öve öve bitiremezler ama kurum kültürü kadar tehlikeli birşey yoktur. Basarlar damgayı üstüne, o çiftliğin ineği olursun. Sonra da sahibim var diye etrafa caka satarsın. “Bilmem kimin oğlu bilmem nereye işe girmiş.” “Oo sağlam firma! Emekli olana kadar kalır orada!” Emekli olana kadar aynı işletmede çalışmak ne demektir? Sağarlar adamı orada yıllarca gıkı bile çıkmaz demektir. Aksine memnun olur düzenli sağılacağı için. Üstelik ne mutlu bizlere ki işyerimiz çok sağlamdır o yüzden de maaşlar düşüktür. Ee doğru ya işletme ne kadar sağlamsa maaşların da o derece düşük olması normaldir. Bu fikre de her nedense bir şekilde alışmışızdır. Çocuğunu da aynı fabrikaya sokmaya çalışır bu işçi. Çocuk eğer babasından daha uyanık değilse o da kaldığı yerden devam eder günde yirmibeş kilo süt vermeye. Ama bazıları da inek gibi sağılmak için dünyaya gelmiştir. Gözlerimle gördüm eğer sağmazsanız süt içinde kalıyor, meme uçları şişiyor. Sağacak yok mu beni diye bağırıyor bu tür sığırlar. İşte burada açıklıyorum: Kapitalizm sanıldığının aksine yahudilerin değil bu sığırların üstün gayretiyle doğmuştur.

Dışarıdan bakıldığında kusursuz gibi görünen bu sistemin insanlara neden bu kadar acı çektirdiğinin ve kurum kültürünün bu denli nefret uyandırmasının asıl sebebi, insanı değil karlılığı ön plana çıkarmasıdır. Hatta tek planı budur. Yani çalışanların birbirleriyle ilişkileri, bütün o yapılan kır gezileri, yemekler, motivasyon toplantıları bir yalandan ibarettir. Koca bir yalan… Çünkü çalışana yapılan tüm bu jestlerin arkasında sadece verimliliği arttırmaktan başka bir sebep yatmaz. Toplantılarında gösterilen tabloların kompozisyonunda sevgiyi bulamazsınız. Başarıyı, karlılığı, verimliliği gösteren grafikler vardır o tablolarda. Sistemde herşey başarıya endekslidir. Bu aktiviteler sevgiyle yapılmadığı için de hiçbir zaman kişiyi gerçekten mutlu etmez. Orada sadece basit sevgi gösterileri vardır. Sahte alkışlar ve gülümsemeler… Kurum kültüründe biz bir aileyiz imajı verilmeye çalışılır. Ama bu da koca bir yalandır. Çünkü aynı kurum, hastalandığınızda doktora gitmeniz için bile zor izin verir size. Sizden tek istedikleri günlük süt verme kriterlerine uymanızdır. Fakat maalesef çalışanların büyük çoğunluğunda bu motivasyon etkinlikleri işe yarıyor ve kendilerini çalıştıkları kurumlara adıyorlar. Hatta içlerinden bazıları kimliklerini o kurumla özdeşleştirdikleri için emekliye ayrıldıklarında kimlik bunalımına bile giriyor
Kariyerizm:
İşi patrondan daha çok sahiplenmenin erdem sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Herkes tabiî ki emeğinin hakkını almalı ve aldığı paranın da karşılığını vermeli ama günde dört saat çalışarak dünyanın şu andaki işleyişini devam ettirmek mümkünken günde oniki saat çalışmak niye? Aşk ve kölelik... Günümüzde bu iki durumda da görünmez prangalarla birilerine bağlıyız. Ya bir sevgiliye ya da efendiye... En kötüsü de efendiye derin bir aşkla bağlanmak! O durumda sadece bedenimizi değil ruhumuzu da teslim etmiş oluyoruz. İşte kariyer sevdası da böyle bir şey! Bir çeşit hastalık aslında bu. Adı da kariyerizm. İnsanlar işlerinde yükselmek için gece gündüz demeden o seminer senin bu kurs benim koşturuyorlar. Ama artık kariyeri dikey değil, yatay yapmanın, iş hayatı dışında özel ilgi alanlarına da yönelmenin gerekliliği anlaşılıyor. Bu alanların çeşitliliğini arttırmak, birbirinden farklı konularla ilgilenmek artık ruhlarımızı doyurmak için hayatımızın zorunlu bir parçası haline geldi. Ama mevcut sistemde maalesef bunu yapmak çok mümkün olmuyor. Patron, müdür, işçi kim olursa olsun herkes geride kalmamak için var gücüyle koşmak zorunda olduğunu hissediyor. O yüzden hergün saatlerce çalışıyoruz. Ama şöyle de bir gerçek var ki günde ondört saat çalışan birinin insanlığından bahsedemeyiz. O bir karınca olmuştur artık. Bir karıncadan da hayattan bir insanın aldığı zevkleri almasını bekleyemeyiz. Tatil günlerinizde yapacak bir şey bulamıyorsanız eğer, iş günün gelmesini ve fabrikadaki makinenizin ya da ofisteki masanızın başına geçmeyi sabırsızlıkla hatta tutkuyla bekliyorsanız eğer siz de bir karıncaya dönüşmüşsünüz demektir. İşte sistemin istediği çalışan profili de tam olarak budur. Kendini insan zanneden karıncalarız biz. Çoğumuzun bir türlü anlam veremediği derinlerde hissettiğimiz sıkıntı da bu aslında. Çünkü bizler özbenliğimizde karınca ya da sağılacak sığır olmadığımızı biliyoruz. Özbenliğimiz sisteme karşı bunun savaşını veriyor. Fakat benliğimiz sistem tarafından öyle bir sarılmış ki bünyesinde egomuzu besleyecek türlü unvanlar, para, şan ve şöhret bulunan kapitalizmin benliklerimizi kandırması çok kolay.
Matriksin ağlarından kurtulmak istiyoruz madem, öyleyse öncelikle bu ağın yapısını ve işleyiş şeklini çok iyi tanımalıyız. Sistemin çarkıfeleğini değil kendi kaderlerimizi yaşamanın zamanı geldi artık. İnsanlığın devamı için üretim mutlaka devam etmeli tabi ama bu işleyiş şu andaki şekliyle olmamalı. Üç kuruş fazla para ya da saygı duyulacak bir konum için başkalarının üstüne basarak yükselenler, hayatlarını bir unvana satmak isteyenler yollarına devam edebilirler. Onlar da birgün daha kuvvetli duyacaklardır özbenliklerinin sesini.
Sistemin tarumar ettiği, karanlık evrenlerini aydınlatmak isteyen spartaküsler! Yaşanılabilir insan merkezli bir dünya düşleyenler! İnsansı pembe hayallerinin peşinden koşmak isteyip de modern hayatın zorunlulukları denilen koyu lacivert bataklığa saplananlar! Buradan sizlere sesleniyorum. Herşey bir aldatmacadan ibaret! Herkes birbirini hatta kendisini kandırıyor. Bu hem fiziksel hem de varoluşsal bir acıdır. Sistemin başını tutanlar bile yarın ayakta kalabileceklerinden şüphe duyuyor. Şeytan pabucunu kafatasımızın üstünde giyiyor. Biz insanlar acıları belki tamamen yok edemeyiz ama pek çok şeyi değiştirebiliriz. Yeni bir dünya için değişim! Önce kendini değiştir! Çok düşün, olabildiğince az itaat et, sağduyulu ve merhametli ol… Hayatının merkezine parayı, kariyeri değil sevgiyi koy. Karınca değil insan ol. Hırs değil sevgi oL Göreceksin yüzünde çiçekler açacak…

6 Kasım 2010 Cumartesi

Aforizma 11

Kış saati uygulaması denilen şey kapitalizmin koca bir yalanı. Burada asıl amaç; sabahları hava daha erken aydınlanacağından işlerimize gidebilmek için daha rahat kalkabileceğiz ve yükselen güneşin etkisiyle yataklarımızdan keyifle kalktığımızdan içinde bulunduğumuz saçma sapan hayatı sorgulamayı da erteleyeceğiz. Akşam eve dönüşteyse hava daha erken kararacak ama nasılsa o gün işyerinde gösterilmesi gereken performans tamamlandığından yollarda rezil olan milyonlarca metropol garibanı kimin umurunda!

Ayrıca kışın saatler geri alındığında havalar daha erken kararacağı için enerji tasarrufu değil tam tersine enerji sarfiyatı olacak. Bu da cüzdanlarımıza olumsuz yönde yansıyacak ve sisteme daha fazla bağımlı hale geleceğiz.

2 Kasım 2010 Salı

Aforizma 10

Koşulsuz sevgiyi gerçekten yaşamak istiyorsanız, herşeyi olduğu gibi kabul edin. Savaşı ya da nefreti de olduğu gibi kabul edip dışında kalın. Şiddeti kınamayın. Çünkü kınamak da şiddet içerir.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Aforizma 9

Tüm insanlık tarihi boyunca toplamda dünyada sadece 250 yıl savaş olmamış. Bazen düşünüyorum bu kısacık ömrümüzü bomba sesi duymadan bitirebilmek mümkün olabilecek mi acaba?

29 Ekim 2010 Cuma

Aforizma 8

Tam herşey düzelecek, toplumsal bilinç arttı derken yeni bir savaş, yeni bir kıyım daha başlıyor. Bu ilkellik ne zaman bitecek? İnsanlık mehter marşı gibi ilerliyor. İki ileri bir geri...

28 Ekim 2010 Perşembe

Aforizma 7

Hakkında sonsuz sayıda tanımlama yapılan tek kelime aşk olsa gerek. Her kul kendi zaviyesinden tanımlıyor aşkı. Nazım Hikmet de aşk için "benim için aşk muhabbet, hürmet ve sadakattir" demiş. Sanıyorum türk milleti de aşkı genel olarak bu yönde tanımlıyor. İşte bu tanım aşığı katil yaptı yıllardır:)

25 Ekim 2010 Pazartesi

Aforizma 6

Her durum kendi özgün koşulunu yaratır. Ve insan her koşula en hızlı ayak uydurabilen varlıktır.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Aforizma 5

Gerçekten inandığımız şeyler uğrunda fedakarlık
yaptığımızda bazen yorgunluktan bedenlerimiz yıpranabilir. Ama bir
bedeni önemli bir amaç uğruna feda ettiğimizde aslında onu en iyi
şekilde kullanmış oluruz.

3 Ekim 2010 Pazar

Hiçliğin Berduşluğundan Birliğin Koşulsuz Sevgisine Ulaşmak














İçinde bulunduğumuz çağda artık yeni bir şeyler söylemenin zamanı geldi. Bugüne kadar alışılmış bütün kalıplar yıkılıp yerine yeni bir dünyanın temelleri atılıyor. Bu temeller bundan sonraki yaşayacak nesil olan kristal çocukların yeni insanlık binasının temelleridir. Artık indigolar yönetimde söz sahibi olmaya başladı. Statükocu zihniyetin yerini yavaş yavaş ışık işçisi, barış savaşçısı indigo zihniyeti alıyor. Bu değişim kaçınılmaz. Çünkü fikirler değiştikçe hayat tarzları ve düşünce sistemleri de değişiyor. Her şeyin sorgulandığı yeni bir çağda yaşıyoruz. Sadece yaşam tarzlarının değil dinlerin ve felsefelerin de sorgulandığı bir çağ…

Artık insanlar bilgeliğe ulaşmak için acı çekmek istemiyor. Kendi hayat tecrübelerimizde bir ruhun sadece acıyla değil sevgiyle de olgunlaşabileceğini anladık. Öyle ki artık ulaştığımız bu bilinç boyutunda bazen eski filozofların sözleri bile yetersiz kalabiliyor... Mevlana, geçtiğimiz yüzyılların en büyük sufisi, en büyük tasavvuf ekollerinden birinin kurucusu olarak insanlığı aşk mumuyla aydınlattı. Ama artık yeni bir dünya ve yeni bir insanlık çağı başlıyor ve Mevlana’nın yaktığı mumu da söndürmeden yeni bir mum daha yakmanın zamanı geldi. Aşkın da ötesinde yeni bir hayatın kapısı ruhlarımıza aralandı. Koşulsuz sevginin kapısı…

Aşkı hissetmek farkındalık yolunda önemli bir adımdı ama artık yeni bir adım daha atmak zamanıdır. Aşkın ateşten gömleğini çıkarıp koşulsuz sevginin denizine atmalıyız kendimizi. İlk bakışta aşk ve sevgi birbirinin aynı şeylermiş gibi görünseler de aslında yolun bir kısmından sonra yönleri ayrılan iki farklı kavram. Yeniçağ insanı aşk ateşiyle yanıp hiç olmayı değil, koşulsuz sevgiyle yaşayıp bir olmayı seçiyor. Ateşte yanmayı değil, sevgi yağmurunda ıslanmayı tercih ediyor. Bu istek bizlere yeni bir düşünce sisteminin de kapısını aralıyor. Artık ne batının pozitivizmi ne de doğunun oryantalizminin bir önemi kalmadı. Önemli olan tek şeyin sevmek ve sevgiyle yaşatmak olduğu anlaşıldı. Ama aşkla değil! Sevgiyle yaşamak ve yaşatmak... Aşkın doğurabileceği yegane tehlike, o ateşle yanıp kül olduktan sonra divane gibi ortalıkta dolanıp bu dünya hayatına hiç değer vermeme durumudur. Bu da aslında son derece yanlış ve farkındalığı baltalayan bir durum. Divane olmak aşkın tatlı ızdırabının içinde çekici gelebilir belki. Ancak yeniçağda aşkı da tanıyıp ne olduğunu bilen, ama divane değil, farkındalığı yüksek ve sevgiyle dolu bireylere ihtiyacımız var. Çünkü yaşam bizden bunu istiyor...

Çile dönemi sona erdi. Bir şeylerin farkına varmak için kırk gün halvet odasına girip çile çekip sonra belki ermiş belki delirmiş olarak çilehaneden çıkmaktansa gökyüzüne sevgiyle bakabilmeyi, varoluşun her anını sevgiyle kabullenmeyi seçmeliyiz. Ateş gibi kavruk olan aşkı değil su gibi berrak olan sevgiyi seçmeliyiz. Yeni dünyada böylesi daha sağlıklı. Değişen frekanslara ayak uydurmak istiyorsak hiçliğin değil, birliğin farkına varmalıyız. Yeniçağda hiçlik isteyen hiç olur gider. Artık birlik farkındalığının dönemi başladı. Zaman, tüm evrenle bir ve birlikte uyum içinde yaşamak zamanıdır. Bedenlerimize ve ruhlarımıza eziyet etmeden, kâinat nehrine karşı gelmeden suyun içinde damla olup keyifle yüzmenin zamanı…

Aşkla yaşamaya alışmış bünyeler için başlangıçta bu durumu kabullenmek pek kolay olmayabilir. Hatta karşı bile çıkacaklardır. Aşkın hayatta ne derece önemli olduğunu ve hayatlarının merkezinde olduğu için ne kadar mutlu olduklarını söyleyeceklerdir. Ama bunları söylerken hiçbirinin aklına kıskançlıkları, uykusuz geçirdikleri geceler ve berduşlukları gelmeyecek. Bazı ruhlar içten içe acı çekmekten zevk alabilir. Çektiği acıdan ders almak yerine acıya daha fazla bağımlı hale gelebilir. Fakat yeniçağa ayak uydurmaya hazır olan ruhlar için her tecrübe olgunlaşma yolunda atılan bir adımdır. Acının kendi farkındalığını deneyimledikten sonra burada daha fazla kalmayarak varoluşun başka limanlarına gidecekler. Bindikleri geminin yelkeni farkındalık, rüzgarı da sevgi olacak. Bu geminin yakıtı acıdan ve her türlü koşullanmadan arındırılmış saf sevgi olacak kurşunsuz süper benzin kıvamında…

Sevgili Mevlana ne mumlar yaktı bize! Sadece aşk mumuyla değil, aynı zamanda hoşgörü mumuyla da aydınlandık yüzyıllarca. Ebetteki burada Mevlana'nın anlattıklarından değil bugüne kadar oluşan hatalı algıdan dem vurduk. Sözlerimize Mevlana’yla başladık madem yine Mevlana’yla bitirelim. Üstadın Çekim yasasını en önce çözdüğü nasıl da belli bu dizelerden:

Kardeşim sen düşünceden ibaretsin,
Geriye kalan et ve kemiksin,
Gül düşünür gülistan olursun,
Diken düşünür dikenlik olursun

(Mevlana Celaleddin Rumi)

14 Eylül 2010 Salı

aforizma-4

Özgür olmayan bir ruh özgün olamaz...

13 Eylül 2010 Pazartesi

aforizma-3

Demokrasi sadece aydınlanmış halklar için faydalı bir rejimdir. Demokrasinin iyi işlemediği ülkelerde yetersiz olan demokrasi değil halkın kendisidir.

9 Eylül 2010 Perşembe

aforizma-2

Hayatı tek bir şeye adayacak kadar sığ yaşamamak lazım. Bir insanın bütün ömrünü piyanoya, tıbba, mimarlığa ya da daha da beteri muhasebeye ya da bir tiren istasyonunda emekli olana kadar bilet kesmeye adamasını saçma buluyorum. Hayat bu kadar renkliyken sadece tek bir renkle yetinmek anlamsız... Sisteme küfür edesim geldi birden:))

3 Eylül 2010 Cuma

Özbenlikten Benliğe Öğütler














Hey sen! Yani ben! Sana bugün yaşamla ilgili çoğu zaman göz ardı ettiğin bazı gerçeklerden bahsedeceğim: Hayatın, evrendeki dokuz boyuttan sadece üç tanesinde geçiyor (en, boy ve yükseklik). Buna dördüncü boyut olan zaman da eklendiğinde bütün hayatının bu dört boyutta geçtiğini söyleyebiliriz. Bugüne kadar sana hep zamanın değeri anlatıldı. “Vakit nakittir” gibi sözlerle büyütülerek bugünlere geldin. Bir yerlere yetişmek için deli gibi koştun durdun. Neden koştuğunu sorgulamadan... Bazen de sorguladığın halde cevabını bulamadın ve sormayı bırakıp diğerleriyle beraber koşmaya devam ettin. Anlatmaya öncelikle sana evrenin kıyıda köşede kalmış ama bizim için çok önemli olan bir gerçeğinden bahsederek başlayacağım: Hiçbir şey için geç kalınmış değildir. Daha da önemlisi hiçbir şeyin aslında o kadar da önemi yoktur. Böylece önemli olmadığı için geç kalınmış ta sayılmaz. Çünkü gün gelecek her şey önemini yitirecek ve önem verdiğimiz şeylerin yerine yeni şeyler hayatımıza girecek. Sadece şuna önem vermeni istiyorum: Yaşadığın her an varoluşunun değerini hisset! Gerçekte tek önemli şeyin koşulsuz sevgi olduğunu bil ve bu sana yetsin... Kendin dâhil her şeyi koşulsuz sev. Böylece acıyla değil sevgiyle olgunlaşmayı seçeceksin. Olgunlaştıkça farkındalığın artacak. Farkındalığın arttıkça da daha çok var olacaksın...

Koşulsuz sevgi:

Bugüne kadar koşulsuz sevgi denildiğinde aklına hep koşullara rağmen sevgi geldi.

— Bana hep kötü davranmasına rağmen onu seviyorum.

— Gerçekten sinirlerimi alt üst ediyor ama yine de onu seviyorum.

Gerçek koşulsuz sevgi var olan koşulları görmeden sevebilmektir. Yani koşulsuz sevgide koşul yoktur. Ama biz koşulsuz sevgiyi hep mevcut koşullara rağmen sevmek olarak algıladık. Sevgiyi nitelendirdiğin anda koşullu seviyorsun demektir. Koşulları görme. Sevgi, fıtratının bir parçası olduğu için sev. Bir muhabbet kuşunu ne kadar seviyorsan bir kargayı da o kadar sev. Başkalarının adı ne olursa olsun nefret içeren sözlerine kulak asma. Kısa bir zaman için bu dünyadasın. Ve sen bu dünyaya sevmek için gönderildin. Bir arabesk parçanın sözleri gibi değil senin hayatın. Yaradılışına en uygun eylem sevmektir. Sevgi, kâinata en uygun eylemdir. Sırf bunun için sev. İşte o zaman varoluşun coşkusunu yaşayacaksın. En başta da dediğim gibi hiçbir şeyin önemi olmadığını anladığın anda geriye sadece o coşku kalacak. O coşku gençlik hormonları üretmeni sağlayacak. Ve sen de bu sayede hayatta kalacaksın.

Olgunluk:

Ruhunun olgunlaşmasını mı istiyorsun? Öyleyse daha uyanık ol! Uyanmadan olgunlaşamazsın. Etrafını gözetle. En basitinden yolda yürürken kimsenin bakmadığına bak. Şehrin en işlek caddesine çık. Orada lüks arabalar, güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar, pembeler, sarılar, süt maviler göreceksin. Herkesin gördüğü şeyleri sen de göreceksin... Şimdi kimsenin görmediğini görmeye çalış. Gözlerin vasat olanı, uygunsuz olanı arasın. İşte o zaman yankesicileri göreceksin. Kaldırıma düşmüş serçe yavrusunu, köşedeki dilenciyi, yanından geçip giden ilkokul arkadaşını fark edeceksin. Belki o arada kendine ait bir şeyleri de fark edersin... Hatta her şeyden önce mümkünse bir ayna bul ve önce kendine bak. Fark etmeye kendinden başla! Gözlerinin içine bak! Gözbebeklerinin içine... Sahip olduğunu zannettiğin kendi gözlerine on saniyeden fazla bakamadığını fark edeceksin. Çünkü insanın kendi gözlerine bakması başkasının gözlerine bakmaya benzemiyor. Orada sen varsın. Her ne kadar bu bir izdüşümü olsa da aynada kendi gözlerine baktığında kendinle ve bütün egolarınla baş başa kalacaksın. Ve bu seni korkutacak. Bugüne kadar kendine telkin ettiğin kimlikten korkacaksın. Sadece kendini gerçekten tanımak istiyorsan bunu yap. Başkasını tanımaya gözlerden başlıyorsun madem öyleyse kendini tanımaya da kendi gözlerinden başla. Olduğunu zannettiğin kişiden başka birini görebilirsin orada.

Farkındayım öyleyse varım:

Farkındalık mı istiyorsun? Öyleyse hiçbir şey için acele etme. Acele ettikçe etrafında ve kendinde olan bitenleri fark edemezsin. Hiçbir şey için geç kalmaya değmeyeceği gibi acele etmeye de değmez. Sen bir yerden bir yere gitmiyorsun ki acele edesin. Hayat zaten seni gitmen gereken yere götürüyor. Herkes gibi sen de kendi hayatınla ilgili planlar yapıyorsun. Fakat bu planları yaparken daha büyük bir planın parçası olduğunu unutma. Ve bunu göz ardı etmeden yaşa. İçi boş hedeflerin peşinden koşacağına dur ve etrafı dinle. Kuşların ötüşünü dinle. Dalgaların sesine kulak ver. Doğanın ahengiyle dans et. İşte o zaman koşman gerekmediğini anlayacaksın. Anlayacaksın ki asıl yapman gereken şey önce durmak ve dinlemek. Sonra koşmak istiyorsan yine koş. Ne istiyorsan onu yap. Sen zaten bir yolculuğun içindesin. Dünya gemisindesin ve saniyede 467 metre hızla dönüyorsun. Asıl yolculuğun ruhunun olgunlaşma yolculuğu olduğunu unutma! Bizler kâinat nehrinin birer damlasıyız. Kendimizi suyun akışına bıraksak da bırakmasak da nehir bizi götürmesi gereken yere götürecektir... Sana tek tavsiye edebileceğim bu yolculuğun tadını çıkarman. Ne kadar farkına varırsan o kadar bu coşkuyu yaşarsın. Bu coşku varoluşun coşkusudur.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

aforizma

Bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurabilmek... Geçmişin kederinden ve geleceğin korkusundan arınarak sadece anı yaşadığımızda varoluşun coşkusu doldurur içimizi. Sadece anı yaşarız. Varolmanın tadı anda saklı. Geçmiş ve gelecek sadece birer hayalden ibaret... Fakat yaşadığımız hayat geçmiş ve geleceği de düşünmemizi gerektiriyor. Gerçek ustalıksa geçmiş, an ve gelecek arasında hiçbirine takılıp kalmadan rahatça gidip gelebilmektir...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Bilgiye Ulaşmanın Yeni Metodu: Hissederek Öğrenmek















Görsel ve işitsel bilgi

Bilgi olarak adlandırdığımız, bilincimize getirilen anlamlı verilere ulaşmanın çeşitli yolları vardır. İnsanoğlunun bilgiye ulaşma yöntemleri genel olarak "görsel" ya da "işitsel" yollarla olmaktadır. Şu anda genellikle "görsel" ve "işitsel" olarak ulaştığımız bilgilerin ışığında yaşıyoruz. Doğduğumuz andan itibaren dünya ve evrenle ilgili bilgiler bilinçlerimize akmaya başlar. Başlangıçta bebekken dokunarak aldığımız bilgiler zamanla sesleri yorumlamaya, görünen maddeler ve olaylar arasında ilişki kurmaya yerini bırakır. Anne ve babamızdan aldığımız yeni bilgilerle bilincimiz gelişir. Bilgi, okul hayatıyla birlikte daha formal (resmi) bir şekilde verilmeye başlanır. Öğretmenimizi derste dinler (görsel-işitsel), sonra evde ders kitabımızı okuruz (görsel). Beyne bu şekilde ulaşan bilgiyi alır ve yorumlarız. Klasik dünyamızda bugüne kadar bilgiye ulaşma yöntemleri hep bu şekilde olmuştur. Görsel ve işitsel duyularımızın dışında koklayarak, dokunarak ya da tadarak da bilgiye ulaşabiliyoruz. Mesela bir elmanın tadına ancak tadarak varabiliriz. Ya da bir gülün kokusunu sayfalarca da anlatsak okuyucuda bıraktığı his gerçek kokusunun yerini tutmayacaktır. Koklayarak ya da dokunarak elde edilen bilgiler görsel ve işitsel bilgiler gibi bilgisayarlarda muhafaza edilemezler. Ancak dimağımızda saklıdır o elmanın tadı, gülün kokusu...

Kör olmaktan neden korkarız?

İçinde bulunduğumuz sistem genel olarak bilgiyi görsel ve işitsel yollarla öğretmeye alıştırmıştır bize. Tüm eğitim sistemi de buna göre ayarlanmıştır. Adına toplu olarak medya dediğimiz iletişim araçları, şu anda okuduğunuz yazı, hepsi alışageldiği üzere görsel ya da işitsel yollardan bizlere sunuluyor. Madde dünyasının bilgilerini bu şekilde elde ediyoruz. Matematiği, fiziği, tıbbı, edebiyatı hep bu şekliyle öğrendik. Bunların yanı sıra bilinçli olmadan dokunarak ya da koklayarak da bilgiye ulaştığımız zamanlar çok oldu. Sistemin içinde bedenlerimiz büyürken farkında olmadan bilgiye ulaşma yollarımızı da kısıtlamış olduk. İşte o yüzden içinde yaşadığımız madde dünyasında kör kalmaktan bu kadar çok korkuyoruz. Çünkü bütün beynimiz gözümüzle yaşamaya o kadar alıştı ki eğer gözlerimizi kaybedersek gerçekten ne yapacağımızı bilemeyiz. Bugüne kadar aldığımız tüm bilgiler bir anda işe yaramaz hale gelecek ve bir bebekten farksız olacağız. Ya doğuştan kör olanlar? Onlar bilgiyi farklı bir pencereden alırlar. Bugün biz ne kadar varsak bu dünyada onlarda o kadar varlar. Kalabalığın içinde bir körün korkusuzca yürüyüşünü gördünüz mü hiç? Yoğun trafikte bir arabanın altında kalmadan nasıl karşıdan karşıya geçebiliyor? Ve nasıl yıllardır bunu tekrar ettiği halde hala hayatta? Biz göz göre göre kaza yaparken ona nasıl bir şey olmuyor? Çünkü o bilgiyi farklı kanallardan aldı. Bu noktada aslında hepimizin ruhlarında var olan ama içinde bulunduğumuz dünya tarafından devamlı bastırılan bir bilgiye ulaşma çeşidinden bahsedeceğim:

Hissederek öğrenmek...

Bütün bilgilerin okuyarak öğrenilemeyeceği aşikâr. Bazen de gezerek öğreniriz. "Çok gezen mi daha çok bilir yoksa çok okuyan mı?" diye bir söz vardır. Ben bu söze bir madde daha eklemek istiyorum: "Yoksa çok hisseden mi daha çok şey bilir?". Hissederek öğrenmek de bir öğrenme metodudur. Biz modern insanların uygulamayı unuttuğu bir metot...

Üstelik hissedişle gelen bilgi evrensel bilgidir. Evrenin hangi katmanından geldiğini bilmediğimiz hisler, duygular, içgüdülerimiz hayatlarımızdaki en köklü hareketleri yapabilecek güçtedir. Hayatımızda anlam veremediğimiz, içimizde hissettiğimiz sıkıntıların gerçek cevabı işte bu bilgilerde saklıdır. Bu bilgileri matematikle ya da coğrafyayla öğrenemeyiz. Bu bilgilere ulaşmanın tek yolu hissetmektir.

Kendimizi tamamlamak için bu bilgilere muhtacız. Her ne kadar hissederek öğrenmenin bilgiye ulaşmanın yeni yöntemi olduğunu söylesek de insanlığın varlığından beri bu yöntem mevcuttu aslında. Fakat eskiden insanların sadece çok küçük bir kısmı evrensel bilgiye ulaşabiliyordu. Zen rahipleri, evliyalar, kutsal kişiler vs. Fakat ben şimdi diyorum ki hepimiz bu bilgiye ulaşabiliriz. En azından ulaşabileceğimizi bilmeliyiz. Sizden ateşin üzerinde yürümenizi istemiyorum. Sadece kendimizle ilgili olan sırları, hayatın anlamıyla ilgili soruların cevaplarını ancak hissederek bulabiliriz diyorum.

Sizleri iç dünyamıza yolculuğa çağırıyorum. Oradan gelen bilgiler en net ve doğru bilgilerdir... Osho'nun çok sevdiğim bir sözü var: "İnsanlar tüm yaşamları boyunca hayatın anlamını arayıp dururlar. Halbuki hayatın bulunabilecek bir anlamı yoktur. Hayatın sonsuz sayıda anlamı vardır. Her birey kendi hayatını kendisi anlamlandırır."

Hissetme kabiliyeti nasıl artırılabilir?

Hissetme kabiliyetimizi artırmak için meditasyon yapabiliriz. Benim bildiğim en iyi hissediş yoludur meditasyon. Meditasyon bu satırlara sığmayacak kadar geniş bir konu olduğu için çok detaya inmeyeceğim. Artık insanlık hissediş çağına ulaşmak için yeterli aşamaya geldi. Bundan yüz yıl önce Anadolu'nun bir köyünde her şeyden bihaber yaşayan bir köylüye meditasyondan bahsetmek saçma olabilirdi belki. Ama artık günümüzde nasıl meditasyon yapılacağını öğrenmek internette sadece bir tık ötemizde. Bizler henüz farkına varamasak da şu anda o köylüden daha farklı bir boyutta yaşıyoruz. Bu boyut farkındalık boyutudur. Daha doğrusu farkındalığın dördüncü boyutu diyebileceğimiz hissediş boyutudur. İçimizdeki varoluş sancıları farkındalık boyutuna geçişimizin belirtileridir aslında. Bu aşamada tüm metotları bir kenara bırakıp hissederek öğrenme metodunu daha etkin kullanabiliriz. Hayatın anlamını pozitif bilimle çözemeyeceğimiz aşikar. Çünkü "anlamak" olayı zaten başlı başına soyut bir durum. Hissederek öğrenmeyi bir metot olarak uygularsak zamanla telepati yeteneklerimizin de arttığını göreceğiz. Bu sadece birkaç kişinin yapabileceği özel bir durum değildir! Hepimizin içinde var olan hissederek öğrenme yeteneğidir... Görsel ve işitsel yollardan öğrenmeye alıştığımız için telepati kurmak bize doğaüstüymüş gibi geliyor. Hâlbuki bu bizim en doğal ve saf halimizdir. Gelecekte çocuklarımız telepati yoluyla iletişim kuracaklar. Onlarla etkin iletişim kurabilmek ve yeni dünyaya adapte olabilmek istiyorsak, hissederek öğrenmeyi bir metot olarak kabul etmeli ve bilinçli olarak nefes egzersizleri, meditasyon gibi tekniklerle bunu şimdiden yapmaya başlamalıyız. Hem böylelikle evreni daha iyi idrak edebilir ve içimizdeki sevginin gücünü ortaya çıkartarak içinde yaşadığımız ortamı sevgiye yönlendiren daha etkin bireyler olabiliriz...

Kanal yüklemeleri

Hepimizin bilinçleri kollektif bilinçten beslendiğine göre uzayda asılı duran yetenek yıldızlarına sahip olmak için elimizi uzatmamız yeterli.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Metropol Dervişi


Eski zamanlarda bir dağın zirvesinde, buzların arasında bir derviş yaşarmış. Bu derviş günlerini ibadetle ve tefekkürle geçirirmiş. Dağda yaşayan dervişin şehirde yaşayan bir de derviş arkadaşı daha varmış. O da kadınlar hamamında, yazın kavurucu sıcağında hamamın ocağına odun atarak geçimini sağlar, arta kalan zamanlarını da ibadet ve tefekkürle geçirirmiş.

Bir gün şehirdeki derviş, dağdaki derviş arkadaşını ziyaret etmek istemiş. Ocaktan bir kor parçasını avuçlarının arasına almış ve kor parçasıyla beraber yola çıkmış. Avucundaki koru söndürmeden şehrin içinden geçmiş, dağa tırmanmış ve en sonunda dağın en tepesinde buzların arasında yaşayan derviş arkadaşına ulaşmış. Ateşten hediyesini takdim etmiş. Oturup biraz hoş beş ettikten sonra da derviş şehre, kadınlar hamamına geri dönmüş.

Bir süre sonra da dağdaki derviş iade-i ziyaret yapmak istemiş. Eline aldığı bir buz parçasıyla beraber yola çıkmış. Buzu eritmeden şehrin içinden geçip hamama kadar ulaşmış. Eski dostunu ocağın başında ateşe odun atarken görmüş. Tam elindeki buzu derviş arkadaşına vereceği sırada hamamdan çıkan bir kadının bacağını görmüş. Ve elindeki buz bir anda eriyip buhar olmuş. Bunun üzerine şehirli derviş, arkadaşına şöyle demiş: “Yaa derviş efendi, dağda herkes derviş olur. Marifet şehirde, kadınlar hamamında derviş kalabilmekte...” Dünya değişiyor. Frekansları da öyle... Modern dünyada ne derviş kaldı ne dergâh... Hepimiz buna benzer derviş hikâyeleriyle büyüdük. Anadolu kültüründe bu tür hikâyelerin etkisi büyüktür. Günümüz Anadolu’sunda Yunus Emre’ye, Mevlana’ya duyulan özlem dünya globalleştikçe daha geniş bir çerçevede Tao’ya, Buda’ya duyulan meraka uzandı. Bu arayış bazen her şeyi bırakıp özlemini çektiğimiz stressiz hayatı yaşamayı ya da Tibet’e gidip inzivaya çekilmeyi kimin aklına getirmedi ki? En azından artık her şehir insanının hayalinde gitmeyi istediği küçük bir sahil kasabası var...

Modern hayatın getirdiği, özbenliğimize aykırı her türlü saçma sapan sorumluluğu bünyemizden istiğfar edip bir derviş gibi yaşamak, inzivaya çekilip varlığımızı sorgulamak... Ama nereye kadar? Bu gidişin bir de dönüşü var! Şehirdeki dervişin dediği gibi dağda herkes derviş olur. Marifet; İstanbul trafiğinde, askerde, iş yerinde, otobüs kuyruklarında derviş kalabilmekte! Dertler deryâ olacak ki biz de bir sandal olabilelim farkındalık okyanusunda...

Ermek için Tibet’e gidip inzivaya çekilebilirsiniz. Yepyeni farkındalıklara uyanabilirsiniz. Ancak döndüğünüzde yine yapamıyorsanız trafikte, işte, okulda hala bir şeyler eksik kalmış demektir yolculuğunuzda. İnsanoğlu gezecek. Tibet'e de gidecek. Hz. Muhammed’in dediği gibi ilim Çin’de bile olsa gidip almalı. Ama bizimki gitmek değil kaçmak biraz da... Eğer kendimizi geliştiremiyorsak ya da sıkıntılarımızdan kurtulamıyorsak bunun çözümü kaçmak değildir. Kalıp mücadele etmek de bir sınavdır sonuçta ve kaçmaktan daha çok şey katar insana. İçsel gelişim süreci adı üzerinde içsel bir süreçtir ve şehir hayatının hengâmesi ya da geçim sıkıntısı bu süreci durduramaz. Gelişim her an her yerde olabilir. Varolduğumuz her an tefekkür yapabiliriz. Bunun için yalnız kalmaya da gerek yok. Hiç yalnız kalmayalım da demiyorum. Yalnız kaldığımızda, sosyal hayatta, iş hayatında birbirinden farklı tecrübeler ediniyoruz. İş hayatının yıpratıcı olduğu ve şehirde yaşamanın ne kadar stresli olduğu aşikar. Ama önemli olan bunu bilmek değil, asıl önemli olan yıpranmamaya çalışmaktır. Manevi olarak yıpranmamaktan bahsediyorum. Ve bu da kendi elimizde! Bunu söylemek çok kolay, yapmaksa zordur evet bilirim! Ama zaten şehirde derviş olmak dağda derviş olmaya benzemiyor! Bu yol çok daha çetrefilli ve zor.

Gerçek, dağların ya da yıldızların arkasında saklı değil. Gerçek yanıbaşımızda! Gerçeğe ulaşmak için elimizi bile uzatmaya gerek yok. Önemli olan etrafımıza nasıl baktığımız. Sevgiyle baktığımız her an gerçeğe biraz daha yaklaşıyoruz. Sevgi fıtratımızın özüdür.

Zor olan dağdaki çiçeğe ağaçlara sevgiyle bakmak değil. Zor olan trafikte durmadan kornaya basan adama sevgiyle bakabilmek... İş yerinde arkamızdan kuyumuzu kazan mesai arkadaşımıza, egosunun peşinde koşan acımasız müdür-patronumuza ya da her fırsatta işten kaytaran çalışanımıza, kirasını vaktinde ödemeyen kiracımıza ya da kira iki gün gecikti diye kapıya dayanan evsahibimize hatta yolda yürürken pazar arabasıyla ayağımızı ezen cahil Anadolulu Fatma teyzeye sevgiyle bakabilmektir.

İlk bakışta bu düşüncelerin hiçbiri gerçekçi gelmeyebilir. Kirayı geciktirirsen, işten kaytarırsan, ayağıma basarsan nefret ederim senden. İlk tepki nefret olur hep. Çünkü nefretle büyüdük, dünyada nefreti hâkim kıldık. Ama derviş bağışlamayı seçendir. Bağışlamak ta ancak sevgiyle olur. İnanageldiğimizin aksine asıl realite budur: Sevgidir. Her gece gürültü yapan komşumuza sevgiyle bakabilmek bizim için ne kadar zorsa gerçeğe ulaşmamız da o kadar zordur. Çünkü evren sevgi üzerine kuruludur. Her ne kadar evren sevgi üzerine kurulu olsa da maalesef dünyamız negatifliğin etkisi altında. O yüzden hayatımızda sevgiyi tesis etmekte zorlanıyoruz. Ama eğer önümüzdeki yıllarda sevgi üzerine kurulu bir dünya birlikteliği istiyorsak yeniçağın dervişlerine muhtacız. Üstelik bu yeniçağ dervişleri eskisi gibi dağdan değil şehirden, içimizden çıkacak. Şehirden çıkacak ki böylece şehir insanının sorunlarına da ışık tutabilecek ve yol gösterebilecektir.

Farklı terbiyeler ve farklı disiplinlerden geçecek metropol dervişleri. Evrensel haklara saygılı ve özgürlükçü olacaklar ata-dervişleri gibi ama eskisi gibi açlıkla değil, kariyerle, para hırsıyla, aşırı şehvetle imtihan edilecekler. Saatlerce süren trafik çilesinde kor olacak yürekleri. Bu sefer ayaklarında çarık değil spor ayakkabı, altlarında merkep değil bisiklet olacak bu dervişlerin. Bazen durakta otobüs beklerken, bazen yağmurlu bir günde şemsiyesiz kalmış sırılsıklam göreceğiz onları. Yeniçağın gerektirdiği sorumluluklardan kaçmayıp aynı zamanda kendini bulma arayışını kalabalıklar arasında onca gürültünün içinde sükûnetle yürüyerek gerçekleştirecek eğitimli dervişler onlar.

Senin ne farkın var onlardan? Aslında hepimiz potansiyel birer derviş değil miyiz? Mühim olan o aşk ateşiyle yanabilmek! Dergâhımız dünya, güzergâhımız köprü trafiği! Haydin ermeye gidiyoruz. Kimseye kızmak yok bu yolda. Aşkla, şevkle sevmek var herkesi... Kuşları, fareleri, böcekleri...

14 Haziran 2010 Pazartesi

Kanal Yüklemeleri

Uzay, beynimizin kullanmadığımız kısmıdır.

24 Nisan 2010 Cumartesi

HAMUR

Hepimiz hamuruz... Kimimizin suyu fazla kimimizin unu. Tuzu fazla koyarsan poğça, şekeri fazla koyarsan kek oluyoruz. Kimimiz doktor, kimimiz katil oluyor böylece. Aslında aynı hamurun birer parçasıyız. İster ruh hamuru deyin buna ister tanrının oyun hamuru, hepimiz aynıyız... Biriz...

Aramızda çok büyük farklar olduğunu sanıyoruz ama iki menekşe çiçeği arasındaki fark ne kadarsa bizlerin arasındaki fark da o kadardır aslında. Menekşelere baktığınızda birbirinin aynı yaprakları, aynı çiçekleri görürsünüz. Ama çiçeklerin bazıları sağa, bazılarıysa sola bakar. Birinin dalı eğikken, ötekininki biraz daha yüksektedir. Fakat bizim için ikisi de menekşe çiçeğidir ve aynı kokuyu verirler. İnsanlara da uzaktan bakmayı deneyin. Bunu en basit haliyle futbol sahalarında farkederiz. Birbirinin aynı yirmiiki kişi menekşelerden farksızdır uzaktan bakınca. Yaklaştıkça aradaki farkları da görmeye başlarız. Peki ya gol attıktan sonra tribünlere koşan futbolcu? Sahadan tribünlere bakınca da seyirciler birbirinden farksızdır. Kavanozdaki toz şeker gibidir seyirciler futbolcu için. Yaklaştıkça küp şeker gibi olurlar. Ama hepsi birbirinin aynıdır sonuçta!

Menekşelerden bazılarının rengi daha koyu, bazılarınınki daha açıktır. İnsanların da bazıları zenci iken bazıları beyaz olur. O yapraklar kadar yakın durduğumuz için bize arada çok fark varmış gibi görünür. Ama aramızdaki fark bir menekşe çiçeğinin yaprakları kadardır sadece. Hepimiz BİRiz! Öyleyse birbirimize olan bu gurur niye?..

15 Nisan 2010 Perşembe

"Özgür olmayan bir ruh özgün olamaz." Cem Özüak (Konsept danışmanı: Saim Ergün)

21 Mart 2010 Pazar

Kapitalizm: ÖZGÜR KÖLELİK


Bugüne kadar kapitalizmle ilgili pek çok fikir öne sürüldü. Marx’ından Engels’ine, Hegel’inden Weber’ine kadar pek çok feylesof kapitalizmin ne denli berbat bir ekonomik sistem olduğunu insanların gözüne soka soka anlattı durdu. Dünyada kaptalizmle ilgili yüz tane yazı yazıldıysa bunların doksandokuzu kapitalizm karşıtı yazılardır. Kalan biri de muhtemelen bir kapitalistin para vererek yazdırdığı bir yazıdır. Avrupa menşeğli olan bu düşünce ve pratik sistemi aslında toprak ağalığı - derebeylik sisteminin gelişmiş bir modelidir. Bu gelişmiş feodal yapı bütün dünyayı sardıkça savaşların sayısı ve etkisi daha da arttı. İnsanlar daha çok çalışıp daha az para kazanır oldu. Burjuva ve proleterya arasındaki mesafe filipinlerle andorra arasındaki mesafeden daha da fazla açıldı.

Peki bu kapitalizm tam olarak nedir? Etkileri nelerdir?

Genel tanım kapitalizmin feodalizmden sonra sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan sosyal ve ekonomik bir oluşum olduğu şeklindedir. Neden bu kadar yakın tarihleri verirler anlayamıyorum! Bana göre Kapitalizmin doğuşu Takas (trampa) sisteminin ortaya çıkmasıyla meydana gelir.Ver sığırı al buğdayı ya da ver timsah derisini al aslan kürkünü şeklindeki oluşumdur trampa ekonomisi... ardından lidyalılar parayı buldu. Sistem git gide gelişti. Endüstri devrimiyle beraber kapitalizm daha organize bir boyuta ulaştı. Yahudiler, amerikalı ve ingiliz iktisatçıların üçlü çabasıyla kapitalizm gözle görülür, elle tutulur bir sistem haline geldi ve zaman içinde bugünkü karmaşık yapısına ulaştı. Ve en sonunda şu andaki içinden çıkılamaz durumuna geldi! Sonuç: açlık, sefalet, toplu ölümler ve tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir ekonomik dengesizlik.

KAP-İT-ALİzmin açılımı: Bağımsız birey olarak hayatlarını kazanma imkanları ellerinden “KAP”ılmış, “İT” gibi çalıştırılan “ALİ”ler, veliler, haticeler, tuğçeler... Kaybedilmiş nesil...

Artık günümüzde liberal ekonominin zararlarını her fert derinden hissediyor. Liberal liboşlar toplumun her kesimini etkisi altına almış vaziyette! İnsanlık tarihi boyunca zeki azınlık daha az zeki olan çoğunluğu hep bir şekilde yönetti. Bu alışılageldik bir durumdu. Ayrıca insanlığın gelişmesi de bu sayede mümkün olabildi. Sonuçta birileri her zaman daha akıllıydı ve daha iyi şartlarda yaşamasını da başardı bir şekilde. Eski mısırda bile mühendis köleler piramit planlarını gölgede çizerken işçi köleler güneşin altında öküzlerle beraber çalışıyordu. Birileri her zaman daha zeki oldu, daha az yıprandı, daha rahat yaşadı. Geçmişten günümüze durum herkesin kabullendiği bu şekliyleydi hep. Endüstri devrimiyle beraber bu durum da değişmeye başladı. Daha zeki ve yetenekli olan değil, liberal sisteme ayak uydurabilenler daha başarılı olmaya başladı. Başarıya ulaşmak için her yolu mübah sayan, bu yolda hiçbir değer yargısını kabul etmeyen bir kesim türedi. Bu kesim kısa sürede üretim araçlarını da ele geçirdi. Ticaret ve sanayi odaları kuruldu. Böylece liboşlar kendi içlerinde daha organize olabildiler. İşçilerin maaşlarını hep birlikte ayarladılar. Böylece bir patronun yaptığı zamdan daha yükseğini diğer patron yapamıyordu. Sistem tıkır tıkır işliyordu. Özgür köleler kendi istekleriyle fabrika kapılarında iş dilenir oldular. Teknoloji geliştikçe teknolojiye ulaşmanın maliyeti de arttı. Sağlık harcamaları, eğitim, ulaşım giderleri... Kapitalizm önce arzı sonra talebi oluşturdu. Bugüne kadar farkında olmadığımız isteklerimizi bize gösterdi. Şirketler ar-ge departmanları kurarak bilimi de kendi lehlerinde çalıştırmayı başardılar. Çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, buzdolabı, tv, lap top... Sürüyle alet edevat.. Tirbişon, enerji içeceği, cep telefonu, doğum kontrolü, tüp bebek... Sürüyle pek çok yenilik... Bütün bunlara ulaşmanın da bir maliyeti vardı elbette... Herşeyi düşük ücretle bizlere ürettirip beş katı karla bize geri sattılar. Bütün bunları yaparken de çeşitli hilelerle bizi uyutmayı hep başardılar.

Topluma bazen uyuşturucu bazen de uyarıcı haplar içirdiler. Uyuşturmak için bazen dini otoriteleri kullandılar bazen de önümüze ulaşılması sanki çok elzemmiş gibi bir takım hedefler koydular. Bu hedeflere ulaşmak için herkesten daha hızlı koşmamız gerektiği söylendi. Bir hedefe ulaştıktan sonra yeni bir hedef, sonra başka bir hedef... Alınması gerekli olan bitmek bilmeyen uyarıcılar, sertifikalar, diplomalar ve bunlar için harcadığımız sürüyle para. Kendi paramızla rezil olduk! Onların istediği yolda durmadan koştuk. Gönüllü köle olduk. Ama neyin üstünde koştuğumuza bakmadık hiç. Aslında koştukça tıpkı bir hamster gibi farkında olmadan kapitalizmin çarkını döndürüyorduk. Her an milyonlarca insan uzaklarda gösterilen içi boş hedeflere ulaşmak için durmadan koşuyor ve biz koştukça çark daha da hızlı dönüyor. Çark hızlandıkça bizler daha da hızlı koşmak zorunda kalıyoruz. Peki önümüze koyulan bu hedeflere ulaşmak zorundamıyız? Koşmayı biran için bıraktığımızı düşünelim. Bu durumda ne olur? diğer insanlar koşmaya devam ediyor ve çark da dönmeye devam ettiği için bizi ezer geçer. Eğer bir kişi koşmayı bırakırsa çarka hiçbirşey olmaz. Ama çarkın dişlileri arasında kalan o kişi ölür... yok olur.. her gün gidip geldiğiniz işinizi bırakırsanız ne olur? elektrik, doğalgaz, su faturalarını ödeyemezsiniz. Birikimleriniz bittiğinde de en sonunda soğuktan ya da açlıktan ölürsünüz. Çark sizi ezip geçmiştir... Farkında olmadan bütün insanlık sizi ezip geçmiştir aslında. Sizin sisteme karşı bireysel başkaldırınız hezimetle sonuçlanmıştır! Diğerleri sustalı maymun gibi işlerine gitmeye, günlük monoton hayatlarını yaşamaya devam ederler. Sabahın altıbuçuğunda uyanıp otobüs kuyruklarında aç ve uykulu bir halde sıra beklerken ve kendi talihlerinin neden kara olduğunu düşünürken nasıl bir çarkı döndürmekte olduklarını anlayamazlar belki ama birşeylerin ters gittiğinin farkındadırlar ve en azından sürüden ayrılmamış olmanın güvenini yaşarlar.. Proleteryanın bir kısmı da ne olup bittiğinin farkındadır ama kredi kartı borçları, çocuğun okulu, evdeki dırdır, bitmek bilmeyen istekler, ihtiraslar o kadar meşgul eder ki onları bu kadar derdin içinde çarkın üstünde koşmayı bırakmanın intihar etmek anlamına geldiğini bilirler. O yüzden çaresizce koşmaya devam ederler. Sonra yeni bir alışveriş, yeni bir taksit... Yeni hedefler... Yeni bir oturma odası takımı...

Peki bu çarkı durdurmak için ne yapmak gerekir? Karl Marx herkesin aynı anda koşmayı durdurması gerektiğini söylemiş. Bunu da devrim olarak adlandırmış. Ancak bu şekilde kapitalizm yıkılabilirmiş. Bu arada Marx çark durduktan sonra doğabilecek problemleri gözardı etmiş olmalı. Hele ki şu anda insanlık o kadar çarka bağlı ki çark birdenbire durduğunda üçüncü dünya savaşından daha beter bir hale gelebilir dünya! Şu bir gerçek ki çark bir şekilde hep döner. Adı ne olursa olsun birileri birilerini hep yönetti. İçinde sistem kelimesini barındıran herşey insanın özgür damarlarına zerk edilen bir zehir gibi zarar verdi. İster kapitalizm olsun ister komünizm, bütün sistemler bireyi es geçti. O yüzden bugüne kadar sosyal yaşam gelişmesine rağmen bireylerin ruhsal sıkıntıları maalesef geçmedi, daha da devleşti.

Kapitalizm hastalığına karşı Yeni reçete: doğaya dönüş...

Bu reçete tutarmı tutmaz mı bilemiyorum ama artık modern ülkelerde pek çok kişi çözüm olarak sistemin tamamen dışına çıkmayı tercih ediyor. Bu insanlar çarkın üzerinde koşmayı bırakıyorlar ama çarkın üzerinde de durmuyorlar. Çarkın dışına atlıyorlar... Deli gibi dönen çarkın üstünden yalınayak toprağa atıyorlar kendilerini. Genelde iyi eğitimli ve ortalamanın üstünde maddi geliri olan insanlar bunlar. Tüm mal varlıklarını satarak ya da bağışlayarak bir ormana ya da parka yerleşiyorlar. Artık ne elektrik ne de trafik derdi var onlar için. Hiçbir iletişim aracını kullanmıyorlar. Her yeni gün onlar için ayrı bir deneyim halini alıyor. Kimse onları birşeyler yapmaları için zorlamıyor. İstedikleri saatte uyanıyorlar. Doğadaki otlarla ve hayvanları avlayarak besleniyorlar. Yani bildiğiniz yontma taş devrine dönüş... Ne kapitalizm ne de sosyalizm umurlarında değil artık. Nefes almanın tadını çıkarıyorlar sadece. Bu eylemsizlik durumu ne kadar işe yarar bilemiyorum. Muhtemelen teknolojiden bu kadar yoksun kalan insanların ortalama yaşam süresi de kısalacaktır. Bu hayatın getirdiği zorluklar da cabası... Bize ait olmayan uyuşturulmuş, rahat ve konforlu, uzun ve karmaşık bir yaşamı mı yoksa daha basit ve yalın, kısa belki ama daha anlamlı tamamen bize ait olan bir yaşamı mı tercih etmeliyiz. Şairin dediği gibi “it’s your choice” (tercih sizin dostlar)... Bu kapitalist sistem belki de dünyanın son gününe kadar sürüp gidecek. Belki daha da ivmeli bir hal alarak git gide büyüyecek ve en sonunda yaptıklarıyla kendisinin ve dünyanın sonunu hazırlayacak. Bence bütün bu gelişmeler bize sormadan olup biterken aslen birey olarak yapmamız gereken şey; buna karşı koyma savaşından yenik düşeceğimize, bu düzene kendimizi fazlaca kaptırmadan biraz daha hırslarımızı törpüleyip, çağın hertürlü yenilik anlamında getirisinden de fazla uzak kalmadan ortalama bir sistem yaratmak kendi dünyamızda ... Eğer mutlu yaşamak istiyorsak ya isteklerimizi azaltacağız ya da imkanlarımızı çoğaltacağız... Paranız nasıl olursa olsun sizin havanız iyi, sevginiz de bol olsun. Sağlıcakla kalın...

10 Mart 2010 Çarşamba

Türkiye'de erkek olmak

Bu ülkede Erkek olmak...
Erkek olmak zor iş arkadaş!
Özellikle bu ülkede erkek olmak çok zor!

Sünnetle başlayan acı hayat, askerlikle ve geçim yükünün omuzlara binmesiyle daha çok kendisini hissettiriyor!

Bu ülkede erkek olmak, her an sapık yerine konulabilme potansiyelini de bünyesinde barındıran eşsiz bir psikolojik duruma sahip olmaktır.

Bu ülkede erkek olmak karşı cinsten birine merhaba derken bile temkinli olmaktır.

Eğer bir erkeği öldürmek istiyorsanız onun yanına bir kadın gönderin. Tenha biryerde yanından geçerken çığlık atsın. “imdaattt bana tecavüz ediyorlar...” Çok kısa bir sürede satırlı sopalı bir grup mahalleli, sorgulamadan o adamı ölderecektir zaten... Erkek en baştan beri vicdanlarda suçludur çünkü...

Gül bahçesindeki çıyanın göze batması gibi genel profil de erkeğin maganda, abazan ve şiddet eğilimli birisi olduğu yönündedir.

Bundan birkaç yıl önce suçsuz yere tecavüzden hapis yatan bir adamın hikayesini okumuştum gazetede. Adamın tek suçu o sırada olay yerinden geçmek olmuş. Tipi de tecavüz eden diğer adama çok benzediği için tecavüze uğrayan kadın tarafından tespit edilmiş ve birkaç yıl hapis yatmış. Sperm örnekleriyle ilgili laboratuvar sonuçları geç geldiği için ve duruşma araları çok uzun olduğu için suçsuzluğunun kanıtlanması da uzun sürmüş. Tabi bu süre zarfında herkes tarafından tecavüzcü olarak lanse edilmiş. İşte! Türkiye’de erkek olmak bu kadar zor ve riskli bir iştir.

Minübüse ayakta bindiğinizde ayakta durmaya çalışmanın yanı sıra yanınızda bir kadın varsa eğer, o tarafa fazla yaslanmamaya çalışmak, olabildiğince az sürtünmek hatta mümkünse kadının yanından kaçmaktır erkek olmak ...

Her ortamda bayanlara yer vermek, batan gemiden en son inmektir... bir erkek yangında en son kurtarılacak şeydir...

Bazılarınca sünnet olunca, bazılarınca da askere gidince olunduğu sanılan şeydir erkek olmak.

Erkek olmak borcuna sadık olmaktır...

Bakir olmamaktır...

Kadınla ilişkilendirilen her türlü objeden uzak durmaktır(bugün küpe takan erkekler yavuz sultan selim’e dua etsinler)...

Sokaklarda karşı cins tarafından her türlü görsel tacize maruz kalıp yine de beyefendiliği korumaktır. Kendi doğasına, testesteron hormonuna karşı çıkmak, sırf maganda demesinler diye güzel olana bakmamaya çalışmaktır...
Bu ülkede erkek olmak bırakın barları, yüzme havuzuna bile damsız girememektir... herhangi bir yere sırf cinsiyetinden dolayı alınmamak, özünde ırkçılık ve bir çeşit faşizmdir. Batıda "gender discrimination" diye adlandırılan cinsiyet ayrımcılığına maruz kalmaktır... Bu uygulamayı yapan her işletme cinsiyet ayrımcılığı gerekçe gösterilerek mahkemeye verilebilir ve muhtemelen de davayı açan kişi kazanır. Bazı barlara damsız girilemiyor. Muhtemelen içeride bulunan bayanları erkeklerin ölçüsüz davranışlarından korumak için bu uygulama yapılıyor. Ama bu şekilde erkeklerle tanışmak için bara gelen bayanların da önü kesilmiş oluyor. Oldu olacak barlara aile salonumuz mevcuttur diye de yazılsın eşli gelenler o salona geçsin. Eşsiz gelenler de rahatça iki kadeh rakısını içebilsin. Ayrıca bu ülkedeki dengesizliğin asıl sebebi de erkekliğin kıroluğu değil, dam ve kavalye arz talep eğrisindeki dengesizliktir. Ben bu ülkede kıro erkek olduğu kadar kıro kadın olduğuna da inanıyorum. Yani erkeklerin daha kıro olması gibi bir durum söz konusu değil. Ama dışarıdaki erkek sayısı kadın sayısından daha fazla olduğu için göze batıyor... bunun sebebi ailelerin, özellikle muhafazakar ailelerin oğullarını serbest bıraktıkları kadar kızlarını serbest bırakmamalarıdır.

Özellikle son zamanlarda erkeklerin yara aldıkları bir başka konuda evlilikler! Ekonomik bağımsızlığını ele geçirmiş kadın tarafından damızlık olarak kullanılıyor erkek! Kariyerli kadının genel mantığı şu: Önce evlen, sonra çocuk yap, iki sene sonra da vur kıçına adamın tekmeyi ne hali varsa görsün! Nasılsa çocuğu yaptın, bir bahaneyle herifi boşa, ayrı ev tut artık anan da baban da karışamaz sana nasılsa çocuklu, boşanmış kadınsın kim ne diyebilir ki? Günümüz kadınlarında gittikçe kabul görmeye başlayan mantık bu! Kariyerini yaptın madem geriye bi çocuk kaldı. Bul safın birini evlen, sıkılınca da gönder. Nasılsa babası hakkında çocuğa anlatacak iyi bir hikaye bulursun...” senin baban çok sinirliydi yavrum”, “işsiz güçsüz adamın tekiydi”, “pısırık”, “mıymıntı”,”kumarcı”, “bizi hiç düşünmezdi” bla blaa...

Yıllar önce rahmetli Duygu Asena kadının adı yok isimli bir kitap yazmıştı. Kadının çektiği çileleri uğradığı haksızlıkları anlatan bir kitap... Ne kadar da haklıydı bunları yazarken! Fakat Sadece kadının değil erkeğin de adı yok bu ülkede. Suçsuzun değil güçsüzün yanında bulunma psikolojisi erkeği mahkum etti hep bugüne kadar vicdanlarda...

Bugün işsiz, güçsüz, avcılık ve toplayıcılık özelliğini yitirmiş bir sürü erkek geziyor sokaklarda. Kadınların evlenilecek erkek bulamayışındaki en önemli sebep, erkeğin yediği sosyo-ekonomik darbeler yüzünden iddiasını yitirmesi, ortalıkta görünememesidir. Yalnız kadınlar ve yalnız erkeklerin dünyasına hoşgelmek üzereyiz.

Maalesef kuşağımız her alanda köklü değişimlerin yaşandığı bir zamana denk geldi. Bugüne kadar insanoğlunun yaşamadığı çileleri ve farkındalık durumlarını yaşıyor, her an yeniden doğmakta olduğumuzun bilinciyle her yeni güne merhaba diyoruz. Tabi bunların yanı sıra akşamları kocasının yanında ud çalan osmanlı kadınları da kalmadı artık. Bu ambiansı yaşamaya çok meraklı olanlar konservatuar ud bölümünde okuyan ya da mezun birini bulup evlenebilir ama o kızlarımızda akşamları tarabyada, fasıllarda, assolistlerin arkasında çalıyor artık! Evde bulabilirseniz size de çalsın...

Ve son olarak kadınlarımız... analarımız, eşlerimiz, bacılarımız... bu ülkede erkek olmak ne kadar zorsa kadın olmak daha da zordur bilirim ve buna itirazım da yok. Amma velakinto sizlerin anne olmanız bile biz erkeklere atılan beşlik bir gol değerindedir. Beşlik gol beş gol yerine geçer... biz ne kadar iyi oynarsak oynayalım en fazla iki bilemedin üç gol atabiliyoruz ama maçı hep siz kazanıyorsunuz sonunda. Benimse amacım sadece erkeklerin çektiği sıkıntılara biraz değinmekti. Satırlarıma son vermeden önce bütün anaların ellerinden öperim. Yine siz aldınız maçı yani...

26 Ocak 2010 Salı

Nişanı da Nikah Memuru Kıysın

Geçtiğimiz günlerde yakın bir arkadaşım nişanlısından ayrıldı. Bir yıl süren bir ilişkinin ardından evlenmeye karar vermişlerdi. Önce kız istemek için İstanbul’dan Edirne’ye kızın ailesinin yanına gidildi. Arkadaşım, annesi, babası, kız kardeşi, halası ve eniştesi cümbür cemaat ellerinde çiçek ve çikolata kız istemeye gittiler. Kahveler içildi, isteme merasimi yapıldı. Allahın emri, peygamberin kavliyle kız istendi. Bu sırada orada bulunanlar peygamberin kavlinin ne demek olduğunu biliyorlar mıydı bilmiyorum ama ben bu yazıyı hazırlarken bu konuda kısa bir araştırma yaptım. Peygamberin kavli, sünneti demek oluyor. Peygamberin tavsiyesi anlamında da kullanılıyor. Yani peygamber efendimiz gençlere evlenmelerini tavsiye ediyor anlamında, kız isterken peygamberin kavli(sünneti-tavsiyesi) ile cümlesini kullanıyoruz.

Sözlenme merasiminin ardından hep beraber İstanbul’a geri dönüldü. Bir süre sonra da nişan için bohçalar hazırlandı, alışveriş yapıldı. Kız tarafı Edirne’de bir düğün salonu tutmuş. Erkek tarafı da üstüne düşen nişan alışverişlerini yaptı. Ardından tüm ihtişamıyla nişan merasimi yapıldı... Ben biraz tembellikten biraz da parasızlıktan İstanbul’dan Edirne’lere kalkıp da davet edildiğim bu nişana gidememiştim. İyiki de gitmemişim... Geçenlerde Gandalf’ın siyah saçlı haline benzeyen bu arkadaşıma tekrar rastladım. İki hoş beşten sonra öğrendim ki arkadaşım nişanlısından ayrılmış. Bizim Turkish Gandalf, nişanlısını eski erkek arkadaşıyla kendisinden gizlice bir kafede fingirderken yakalıyor. Bunun üzerine kavgalar ediliyor, nişan atılıyor. Bizimki oldukça üzgün ve kızgın... Kadınlara güveni kalmamış bir durumda... Bu noktada diğer taraf ta mutlaka üzülmüştür. Bizim oğlan nişanı atmakta ne kadar haklı bilemiyorum belki de kız sadece orada tesadüfen eski erkek arkadaşıyla karşılaşıp bir kahve içmek için de oturmuş olabilir. Herşey olabilir ama sonuç olarak ortada atılan bir nişan ve boşa giden onca emek var... Ben olayın teknik kısmıyla daha çok ilgileniyorum aslında... Yapılan bir sürü emek, masraf, eşe dosta haber vermeler, aileler arası yakınlaşmalar, bunun psikolojik etkileri ve saire... Üstelik kız tarafı nişanda takılan altınları da geri vermiyormuş...

Görüldüğü üzere nişan, evlilik kadar olmasa da kişi üzerinde hem ekonomik hem de psikolojik yükler oluşturuyor. O yüzden bence nişanı da nikah memuru kıymalı. Hatta nişanlanan çiftler arasında bir protokol bile imzalanabilir. Nasıl ki evli çiftler boşanırken mahkemede evlilik akdi geçerli ise nişanlanırken de ayrılma sırasında etkili olabilecek bir akit olmalı. İki taraftan herhangi birinin diğerine kazık atması da böylece bir nebze olsun engellenmiş olur.

Bekar bir erkek olarak bu yazıyı yazmamın aslında benim için bir risk teşkil edebileceğinin farkındayım. Umarım günün birinde müstakbel eşim ve kayınvalidem bu yazıyı okuduklarında konuyu objektif kriterlerle değerlendirirler ve benim pinti ya da fazla pipirikli birisi olduğumu düşünmezler. Zira ben konuyu kendim için değil tüm insanlık için ele almış bulunmaktayım... Sonuçta bozulan nişanlardan insanlar, aileler, sülaleler zarar görüyor. Mesela geleneksel çerçevede yapılan bir nişan, daha sonra erkeğin kızı ya da kızın erkeği aldatmasıyla son bulabiliyor. Bu aldatma olayı evlendikten sonra vuku bulmuş olsaydı iki taraftan biri diğerine yüklü bir manevi tazminat davası açabilirdi. Ayrıca mal paylaşımı da mahkeme hükümlerince değerlendirilirdi. Aldatan taraf büyük oranda suçlu bulunurdu ve tazminat ödemeye mahkum edilirdi. Ama nişanlıyken aldatma olayı gerçekleşince mağdur durumda kalan avucunu yalıyor. Nişan için yapılan onca emek de boşa gidiyor. Fakat nişan bir nikah memuru tarafından yapılsa kanuni olarak bağlayıcı nitelikte olacağından mağdur durumda kalanın zararları da daha kolay tazmin edilebilir. Hatta çiftlerin nüfus cüzdanlarında nişanlı diye de yazsın. İyice bağlayıcı olur böylece! Nasıl ki kimliklerde evli, bekar diye yazıyorsa nişanlı diye de yazsınki insanlar böylece nişanlanmanın ne demek olduğunu daha iyi anlarlar, onca emeğe ve masrafa da değmiş olur! Ya da nişan olayını komple kaldıralım çünkü hiçbir kanuni bağlayıcılığı olmayan bu masraflı seremoniyi yapmanın kimseye bir faydası yok. Yarın öbür gün ufacık bir şeyden nişan atıldığı zaman hem gençler hem de aileler çok zarar görebiliyor.

Aslında bu tam Ayşe Arman’lık bir konu... Bu konuda söylenecek daha çok şey vardır mutlaka.. Hiç nişanlanmamış birisi olarak şimdilik benim söyleyeceklerim bu kadar...

2 Ocak 2010 Cumartesi

SANATIN HER HALİ

Sanatın günümüze kadar uzanan gelişim süreci taa cilalı taş devrine kadar dayanır. İlk görsel sanat örnekleri mağara duvarlarına yapılan mamut resimleriydi. Ardından yazı bulunmuştur ama şiirlerin taşlar üzerine döşenmesi biraz zaman almıştır. Herşey gibi zamanla şiir de gelişti... Eski yunanda şairlere çok değer veriliyordu. Şairler toplumun en üst kesiminin mensuplarıydı. Yunanistan’da piyes yazarlarının gösterilerini binlerce kişi izliyordu. Roma imparatorluğuyla beraber sanatçıya verilen değer azalmış, özellikle aktörlük sadece kölelere özgü bir icra dalı olarak görülmüştür. Roma imparatorluğunun yıkılmasından sonra derebeylikleri ve krallıklarda da bu olumsuz durum devam etti... Ortaçağ avrupasında özellikle dans, tiyatro gibi görsel sanatlarla uğraşan sanatçılar toplum tarafından en çok hor görülen kesimdi...

Soytarılar...
Günümüzde stand-up çılarının yaptığını o dönem kralların sofralarında soytarılar yapıyordu. Hatta pek çok soytarı kendini bilmez kralların elinde oyuncak gibi oynatılıp sonra da zevk için öldürülüyordu. Tıpkı bir çocuğun sırf oyun olsun diye bir sineği yakalayıp kanatlarını kopartması, sonra onu karıncalarla dövüştürmesi, ardından da hızını alamayıp bir iğneyi sineğin böğrüne saplayıp mutfaktaki ocakta kızartması gibi bir oyun havası içinde hunharca katledildi binlerce soytarı. Soytarılar komik insanlardı. Zekiydiler... Tiyatrodan, sanattan anlayan ince zekalı kölelerdi soytarılar... Ama hemen hepsinin sonu bağırsakları boğazlarına dolanarak soyluların kahkahaları eşliğinde acılar çekerek ölmek oldu. Bir çoğu 40 yaşını göremeden gerizekalı bir prensin elinde kadavra olarak kullanıldı.

Aktörler...
Ortaçağ Avrupası’nda aktörlük fahişelikle eşdeğer bir meslek dalıydı. Özellikle hristiyanlığın ilerlemesiyle aktörlük avrupada çok zor durumlara düştü. Pek çok aktör kilise tarafından aforoz edildi... Arktristlerden bahsetmeyişimizin sebebi zaten öyle bir meslek dalının olmayışıdır... Tiyatro sahnesinde kadınlara yer yoktu. Kadın rollerini erkekler kadın kılığında oynuyordu.

Ressamlar...
Ortaçağda ressamlar kilisenin iş verdiği işçiden başka birşey değildi. -Bu arada Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi boksörü olarak gösterilen Muhammed Ali Clay’ın babası da bir kilise ressamıydı. Hatta Muhammed Ali’nin hristiyanlığı bırakıp islam dinine geçmesinin bir sebebinin de İsa portrelerine duyduğu nefretten kaynaklandığı söylenilir.- Ortaçağda ressamlar papazların istediğinin dışında resimler yapamıyorlardı. Yaptıkları eserlerin altına imzalarını da atmaları yasaktı. Genelde de melek ve Meryem Ana resimlerinin dışına pek çıkılmıyordu.

Edebiyata gelince...
İncilin dışında neredeyse bütün kitaplar yakıldı. Kitapların yakıldığı bir dönemde edebiyattan söz etmek maalesef pek mümkün değil. Edebiyat eleştirileri de kutsal kitapların yorumlanmasından ibaretti.

Rönesans ve yeni çağın başlamasıyla beraber sanata ve sanatçıya verilen değer de arttı. Sanatçılar aristokrat kesim içinde kabul görmeye başladı. 16. yy. – 19. yy. arasında sanat en özgün eserlerini verdi. Mozartlar, Leonardo da vinciler o dönemin yetiştirdiği dahilerdir.
Sanatın o günlerden bugünlere uzanan yolculuğunda artık günümüzde para için mi yoksa sanat içinmi sanat tartışmaları yapılıyor. Böylece sanatın tanımının, aşkın tanımı kadar girift ve açıklaması zor bir durum olduğu anlaşıldı.

Günümüzde sanatçıların pek çoğu bir eli yağda bir eli balda yaşarken ortaçağdaki meslektaşları açlık ve sefalet içinde sanatlarını icra etmeye çalışıyorlardı. Ekonomik anlamda ve hava cıva anlamında sanat bu yüzyılda altın çağını yaşıyor. Bir sanat eseri aynı anda milyonlarca kişiye ulaşabiliyor. Acaba insanoğlunun sanatsal duyarlılığı ne kadar değişti? Sanatın olduğu bir yerde savaşlardan bahsetmek ne kadar mümkün olabilirdi? Öyleyse neden bu kadar sanatçı ve savaşçı aynı anda aynı popülerlikte ve aynı oranda zihinlerimizi işgal ediyor? Duyarlı insan nerede? Şiire olan duyarlılığımızdaki artışın barışa karşı neden gelişmediğini merak ediyorum. Kaleşnikoflardan karanfil çıkacağı günleri görmeyi bekliyorum. Sevgi ve ışıkla kalın...