22 Kasım 2009 Pazar

BAŞARI İPİNDE TAKILMADAN ATLAYABİLMEK:

Nedense dünyada bazı insanlar çok başarılı olurken bazıları başarısızlık denizinde yüzmekten ömrünün sonuna kadar kurtulamıyor. Hayatı başarısızlıklarla dolu kişilerin başarıyı tatmaları için pek çok kitap yayınlanıyor ve bu kitaplar yok satıyor. Başarısız kişiler bu kitapları okuduktan sonra daha başarılı oluyorlar mı bilmiyorum ama bu kitapların yazarları son derece yüksek tirajlarla çok zengin olup diğer başarılı insanların arasına karışıyor. Dünyadaki kişisel gelişim ve başarı kitaplarının babası benim bildiğim kadarıyla Dale carnegie dir. Kendisi Amerika’da fakir bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak 1888 yılında dünyaya gelmiştir. Kolej eğitimini tamamladıktan sonra satış alanında çalışmalar yapmış ve çok kısa sürede yönetici pozisyonuna gelmiştir. Daha sonra yöneticilik kariyerini yarıda bırakarak kişisel gelişim ve satış pazarlama kursları düzenlemiş, kişisel gelişim üzerine kitaplar yazmış, bu kitaplar tüm dünyada milyonlarca satmış ve satmaya da hala devam etmektedir. Carnegie bu kitaplardan elde ettiği gelirle carnegie vakfını kurmuştur. 1956'da öldüğünde arkasında düyanın en büyük vakılarından birini bıraktı. Milyar dolarlık bütçeye sahip bu vakıf hala faaliyetlerini sürdürmektedir.

Dale carnegie kitaplarıyla ilk tanışmam lise yıllarında oldu. Teoride çok güzel ama uygulaması çok zor olan satış pazarlama teknikleriyle dolu bu kitabı okuduktan sonra hayatımda pek fazla birşey değişmedi maalesef ama kişisel gelişime olan merakım azalmadan devam etti. Bu merakım zamanla satış pazarlama dan NLP ye oradan da reiki, kundalini ve benzeri uzakdoğu menşeğli enerji sistemleri ve meditasyon çalışmalarına kadar uzandı. Bugün geldiğim algı seviyesinde başarıyı ip atlayan çocuklara benzetiyorum. Başarılı insanların profillerine baktığımda hiçbirinin aynı yöntemi kullanmadığını, aslında hepsinin biribirinden farklı tarzları olduğunu gördüm. Öyleyse matematiksel olarak bir başarı formülünden söz etmek mümkün değil. Peki öyleyse bu insanların ortak noktaları nelerdir?

Başarının Sonsuz sayıda yolu var. Ve sonsuz sayıda farklı özellikte insan farklı alanlarda başarılı olabiliyor. Başarının zeka ve sosyal çevre sayesinde olduğunu nispeten kabul edebiliriz. Ama tamamen bundan ibaret olduğunu da söyleyemeyiz. Zeka ve sosyal çevre yardımcı faktörlerdir. Öyleyse başarının sırrı nedir?

Evrenin başarı ipi...

Ben başarıyı bir ipe, başarılı insanları da ip atlayan çocuklara benzetiyorum. İp atlayanlar kervanında ayağı , kafası ipe takılmadan atlayabilenler başarılı insanlardır. İpe takılmamak için de başarının ahengine uyum sağlayabilmek gereklidir. İpin dönme hızına yani başarının frekansına... Siz çok yükseğe zıplıyor olabilirsiniz, nefesiniz çok kuvvetli olabilir. Çok çevik ve atik de olabilirsiniz. Ama eğer dönmekte olan ipin arasına yanlış bir zamanlamayla girerseniz o ip ayağınıza, kafanıza dolanır. Hiç atlamamış olmayı bile dileyebilirsiniz. Evrenin başarı ipinde atlayabilmek için ipin ahengine uyum sağlayabilmemiz gereklidir. “Doğru zaman, doğru yer, doğru insan” şeklinde özetlenebilecek bu ahengi kendi lehimize çevirmek de mümkündür.

Öncelikle başarı eyleminin bilmekten ziyade bir hissediş olduğunu farketmemiz gerekiyor. Evrenin tılsımlı ipinde takılmadan atlayabilmemiz için göremediğimiz bu ipi hissedebilmemiz gerekli. Her başarısızlığın ardından kaldığımız yerden değilde sıfırdan başlamak daha doğru olur. Çünkü kaldığımız yerdeki frekansımız hala aynıdır. Mevcut frekansla "şanslı" insanlar arasına, başarılı insanlar arasına girmemizin mümkün olmadığını zaten gördük. Öyleyse frekansımızı değiştirmemiz gerekiyor. Mesleğimizi, ailemizi değiştirmemiz gerekmiyor belki ama o kadar köklü olmasa da mademki doğru mekan, zaman ve insan faktöründen bahsettik öyleyse zaman kendiliğinden değiştiğine göre bize düşen de mekan ve insanları değiştirmek olmalı. Ancak o şekilde hayata yeni bir frekansla sıfırdan başlayabiliriz. Bu uğurda yakın çevremizi bile değiştirmemiz gerekebilir. Milyonlarca insan bunu denemeye cesaret edemediği için ömürlerinin sonuna kadar aynı frekansta yaşayıp başarıdan uzak bir şekilde ölüp gittiler. Bu dünya sahnesi ilk adımı atacak cesareti gösteremediği için tarihte kaybolup giden sürüyle dahi insana şahit olmuştur...

Şunu da unutmamak gerekir ki herhangi bir zamanda başarılı olamayan insanlar aynı insanlarla aynı mekanda kalarak farklı bir zamanda da başarılı olabilirler. Bunun planamasını herkesin kendisi yapması gerekir. Başarı kokusunu almadığımız bir ortamda daha fazla kalmaya da gerek yok. Öyleyse bu durumda bütün enerjimizi o ortamdan uzaklaşmak için kullanmalıyız. Çoğu zaman başarılı insanlarla birlikte vakit geçirmek bizi başarı ipinin frekansına daha da yaklaştırır. Başarının tanımı da herkese göre farklılık gösterdiği için kimlerle takılmamız gerektiğine kendimiz karar vermeliyiz. Başarılı bir kumarbaz olmak isteyen kişiyle başarılı bir din adamı olmak isteyen kişinin bulunması gereken ortamlar farklıdır. Buna göre sosyal ve iş ortamımızı kendimiz belirlemeliyiz.

Dünya artık eski dünya değil. Her geçen gün yeni kuramlar ortaya atılmakta, her geçen gün dünya daha da hızlı değişmekte... Bu değişime ayak uydurabilenlerin ayakta kalabileceği, ayak uyduramayanların dünya sahnesinden silineceği aşikar. başarının tanımı da değişime uğramakta. Artık başarılı olmak için pek çok parametreyi aynı anda düşünmemiz gerekiyor . Gelecekte yerküre analitik düşünebilenlerin dünyası olacak... Bu analitik dünyada ben de sizlere farklı bir bakış açısı sunmaya çalıştım... Hayatta hep başarılı olmanız dileklerimle...

19 Kasım 2009 Perşembe

bir spor adamı: Sinan Canbolat (Sinan başkan)

Sinanı ilk kez bir haziran sabahı gördüğümde gözleri şimdiki gibi ışıl ışıl parlıyordu. o gün bugündür gözlerindeki fenerbahçe aşkı hiç sönmedi. Tokat'ın soğuk ve puslu ortamından çıkıp İstanbula uzanan genç bir hayatın öyküsü bu. Sinan Canbolat'ın öyküsü...Keşke herkes ülkesini Sinanın fenerbahçeyi sevdiği kadar sevseydi. o zaman heryer güllük gülistanlık olurdu. sen tut zilelerden altıyollara gel. Kuşdilinde fenerbahçe marşları söyle! her babayiğidin harcı değil bu...

Büyük taraftar, yemek yeme komisyonu başkanı, sevgili başkanım Sinan Canbolatı anlatmaya bu satırlar yetmez. Kendisini bizzat yaşayan bilir.
O bir ekol... Tokatın yetiştirdiği en büyük adamlarsan biri... bir aşık, bir ozan... Ağzı biraz bozuk olsa da bu üslup ona yakışıyor. Bambaşka bir tarzla hayata gülümseyen Sinan Canbolat meslek yaşantısında da hızla ilerlemekte..

Kendisi yoğun ısrarlarımıza rağmen röportaj isteğimizi reddetti. Onun mütevaziliğinden kaynaklanan bu durum karşısında biz hayranları olarak oldukça üzgünüz. Umarım en kısa zamanda Sinan Canbolatla tekrar karşılaşır ve üstün spor yorumlarına yeksenak oluruz. Saygılarımla...

14 Kasım 2009 Cumartesi

HAK VE HOŞGÖRÜ

İlk duyuşta kulağa çok hoş gelen, onur ve şeref gibi caf caflı kelimelerle birlikte anılan kelimelerdir hak ve hoşgörü... Birbirine çok yakınmış gibi duran bu iki kelime aslında birbirlerine o kadar da yakın değillerdir... Hakkın olmadığı yerde hoşgörü ortaya çıkar. Hoşgörülü olmamız gereken durumlar çoğu zaman hakkımızın yenildiği anlardır. Bazen üst komşumuzun küçük oğlu gürültü çıkartarak uyuma hakkımızı elimizden alır. Bazen yolda yürürken birisi ayağımıza basar sesimizi çıkartmayız. Bazen de yağmurlu bir günde yaşlı bir teyze şemsiyesini gözümüze sokar yine sesimizi çıkartmayız. Bu tür durumlarda hep hoşgörülü oluruz. Günlük hayatta hoşgörü herkeste olması gereken insansı bir özelliktir buna lafım yok. Benim lafım hoşgörüyü propaganda haline getirenlere! Toplum olarak farkında olmasak da normalden fazla hoşgörüşlüyüz aslında. Hakkımızı aramamak ya da hakkımız yendiğinde sesimizi çıkartmamak, hep bu hoşgörü toplumu olma geleneğimizden kaynaklanıyor. Batıda hoşgörü kelimesini bu kadar sık duyamazsınız. Çünkü hoşgörüye gerek kalmayacak bir haklar bütünü oluşmuştur toplumda. Batılı için sınırlar kesin ve nettir. Alttan almayı gerektirecek bir durum yoktur. Orada Yaşlı teyze bile hoşgörü gösterilmeyeceğini bildiği için şemsiyesini daha dikkatli taşır. Bugüne kadar avrupa felsefesinde hoşgörüden bahseden tek bir filozof bile çıkmamıştır. Halbuki bizde hoşgörüden başka birşey konuşulmadı asırlardır. Aydın profillerimiz bile birbirinden farklı. Bizim Mevlana'mız var batının jean jacques rousseau su... bizim Yunus Emre'miz var onların Spinoza'sı.. Batıda herşey haklar üzerine kurulu... Bizdeyse ilişkiler üzerine. Ne kadar batılı olmaya çalışsak da olaylar karşısında oryantalist bakış açımızdan vazgeçmediğimiz müddetçe bu mümkün olmayacaktır. Bu bakış açısı aslında değerlerimizin bütününü oluşturuyor. Hoşgörü ve idare etme geleneği örf, adet ve ananelerimizin ayrılmaz bir parçası olduğu için bundan vazgeçmek çok zor olacağa benziyor. Toptan vazgeçelim demiyorum tabiki ama en azından bu törensi havadan kurtulup haklar üzerinde daha fazla yoğunlaşmamız gerekiyor. İnsanların ya da toplumların değerleri zaman içinde değişebilir. Normalin normu değiştikçe değerlerde değişecektir. Bundan yıllar önce hindistanda bir adam öldüğünde karısı da onunla beraber yakılırdı. Bu olay gayet normal karşılanırdı. Ama günümüzde normlar değişti ve bu artık hindistanda normal karşılanmıyor. Türk Milleti’nin de normları zamanla değişecektir. Burada önemli olan değişimin ne yönde olacağı... Oryantalizme mi yoksa pozitivizme doğru mu olacak? Hoşgörü toplumu olarak kaldığımız müddetçe hak ve özgürlüklerimizi elde edemeyiz. Tabiki birey olarak hoşgörülü olmak iyi birşeydir ama bir toplum hoşgörülü olamaz olmamalı yoksa o toplum kendisini sömürenlere karşı hep hoşgörülü kalır. Toplum hak ve adaletin en iyi işlediği mekanizma olmalı. Hak matematiksel, hoşgörüyse duygusal bir durumdur . Türkiye bu ayrım noktasında HAK kını hoşgörüden yana kullanmaya devam ediyor. Avrupa birliğinin kapısında bir hoşgörü toplumu... Siyah beyaz avrupada gri bir Türkiye çok eğreti duracak gibi görünüyor
Hoş-görüş lü olmak dileğiyle...
NOT: Bu yazı Çiğdem Kaya'ya ithaf olunur.

8 Kasım 2009 Pazar

HÜZÜN

HÜZÜN...

Hüzün ağırdır öyle göstermez yüzünü her zaman. Kadın erkek ayırt etmez hüzün. İkisinde de aynı etkileri gösterir. Aşk gibidir öyle gelirken sormaz. Ansızın geliverir. Ama daha sarsıcı, daha gerçektir. Hayatın gerçeği, ölüme açılan ilk penceredir...

Aslında öyle korkulacak birşey de değildir hüzün... Hayatın diğer gerçekleri gibi onu da sessizlikte daha iyi duyabiliriz.. Gece yatağımıza uzandığımızda sessizliğin sesi olur kimi zaman. Kimi zamansa gürültünün içinde sessizlik olur. Gün ortasında yolda yürürken ansızın mendil satan yaşlı teyzenin gözlerinden tokat gibi çarpar yüzümüze

Hüzün hayatın gariban yüzüdür. Bir aşkın son demlerinde herşeyin boş ve anlamsız geldiği bir anda bir kız çocuğu elinde bebeğiyle geçiverir önünden. Boş boş bakarsın... Gözlerin bademleşir. Hüzün gelmiştir...

Kalbindeki vicdan kanla beraber hüznü de pompalar vücuduna. Vicdanı olmayanın hüznü de yoktur...

Nedense kendimizi değil başkasını görünce hüzünleniriz çoğu zaman. Ayna tutar başkaları bize, kendimizde görmediğimizi onda görür sonra da asıl bu kendi gariban halimize ağlarız. Hüzün tam da hayatın gerçeklerini, kendi gerçekliğimizi farkettiğimiz anda kapıyı çalar...

Bütün korkuların temelinde ölüm korkusu yatar. Hüzün de bütün duyguların temelinde yatar. Korkuyla karışık halvet halidir... ama herşeye rağmen umutsuzluk da değildir...

Genç-yaşlı, zengin-fakir ayırt etmeyen bir farkındalık halidir. Bu garip dünyanın garibandan öte olmayan bu garip halimizin farkındalık halidir hüzün...

7 Kasım 2009 Cumartesi

Mavi Domates Siyah Ölüm

Hayatımıza her geçen gün yeni bir terim, yeni bir kelime giriyor. Genetik bilimi henüz bir toz bulutuyken hormonlu gıdalar vardı hayatımızda. Ardından sırasıyla önce domuz gribi sonra da genetiği değiştirilmiş organizmalar girdi yaşantımıza...

Aslında GDO( genetiği değiştirilmiş organizmalar) ın geçmişi domuz gribinden çok daha önceye dayansa da GDO lar domuz gribinden daha sonra ülkemize girebildi(hatta bu yazının yayınlandığı sıralarda henüz girmemişti). Genetik biliminin gelişmesiyle birlikte bilimsel teknikler uygulamada da kendisine yer buldu ve insanlık yararına (ya da zararına) pek çok yeni ürün hayatımıza girdi ve bir çoğu da girmek üzere. Üstelik öyle hızlı ve tehlikeli gelişti ki bilim, GDO ları duyunca hormonlu gıdaları mumla arar olduk artık!

Genetik bilimi çok geniş bir konu ve sanırım hayatımızın kalan kısmında bu kelimeyi çok daha fazla duyacağız. Mesele sadece domatesteki balık kokusunu gidermekle ya da kanser olmayı önlemekle biteceğe benzemiyor. Hatta önümüzdeki 10 yılda da biteceğe benzemiyor. Genetik bilimiyle beraber insanoğlu neredeyse ölümsüzlüğün kapısını açtı gibi birşey aslında. Şimdi herkes "du bakalım başımıza daha neler gelecek?" diye merakla bekliyor. Çünkü genetik biliminin iyi sonuçları olabileceği gibi kötü sonuçları da var. Bunu da medya da her geçen gün çıkan yeni haberlerden görebiliyoruz.

Artık günümüzde bir organizmanın genleri parçalanabilmekte ya da başka bir organizmaya kopyalanabilmektedir. Bu sayede ülkeler arası savaşlar bile bundan sonra gen savaşları şeklinde olacak gibi görünüyor. Atomu keşfetmiş, ardından da atom bombasını yapmış insanoğlunun bilimsel buluşları her zaman insanlığın yararına kullanmadığı aşikar... Genetik bilimindeki bu gelişmeler ışığında da bir biyolojik silahın günün birinde insanlar üzerinde kulanılmayacağını kimse garanti edemez...

Şimdilik domatesin genlerini patatese, patatesinkileri de bir ineğe kopyalayabilmek mümkün... Yarın kök hücre uygulamasıyla sıfırdan otuziki dişi ağızda yeniden oluşturmak, hatta yaşlanmayı önlemek de mümkün olabilecek. Ama bazı devletlerin diğerlerine hükmedebilmek için bir savaşa bile gerek duymadan gizlice atmosfere bıraktıkları bir biyolojik zehirle onlar üzerinde hakimiyet kurmaları, beyinlerine nüfuz etmeleri, köleleştirmeleri ve hatta topluca öldürmeleri de mümkün olabilecek. Üstelik mevcut bitki örtüsüne ve hayvanlara zarar vermeden sadece insanları öldürecek bombalar yaparak... Böylece o coğrafyadaki bitkisel zenginliklere de ulaşmak mümkün olabilecek.

Genetiği değiştirilmiş hayatlar ve genetiği değiştirilmiş ölümler... Hepsi aynı filmde! Sahi siz hiç mavi domateslerle bezenmiş bir çoban salatası yediniz mi? Ben yemedim. Uzun bir süre de yemeden yaşayabilirim...

1 Kasım 2009 Pazar

Yaratıcılık, sanat ve değişim

Yaratıcılık... Adını anarken bile büyülendiğim o sihirli sözcük.

Bundan yıllar önce mutaasıplığıyla ve milliyetçiliğiyle tanınan bir televizyon kanalına transfer olan iki sunucuya bir röportajda "nasıl T...t' de çalışmak zormu? sizi kısıtlıyorlar mı?" diye sorduklarında sunucular, "Yoo çok rahatız. Hatta diğer kanallardan daha rahatız. Ama bizden sadece iki istekleri var: Tanrı ve yaratmak kelimelerini programda kullanmamızı istemiyorlar. Biz de kulanmamaya dikkat ediyoruz." demişlerdi. İslam inancı ve geleneğinde yaratmanın Allah'a mahsus olduğu hep bugüne kadar söylenegeldi. Gerçi orada anlatılmak istenen insanın başka bir canlıyı yaratamayacağı olsa da konuşma dilinde kullanılan yaratıcılık da bence içinde tanrısal öğeleri barındırmaktadır.

Kainattan alınan ilhamla ortaya konulan sanat eseri aslında yaratıcının bizlere görünen yüzünden başka nedir ki? İki boyutlu ve beş duyulu dünyamızda görüp hissedebildiğimiz herşey yaradanın tezahürü olduğuna göre, evrenden aldığımız ilhamla ortaya çıkarttığımız sanat eserini yaratmış olmasak bile en azından yaratmaya vesile olduğumuz söylenebilir. Bu durumda her halükarda ortaya çıkan eser bir yaratımdır.

Kırmızı başlıklı kız kötü yola düştüğünden beri yaratıcılık eyleminde şeytanın tanrıdan daha çok referans alındığını söyleyenler de çıkmıştır. Kısmen haklıda olabilirler ama sonuçta hepimiz beynimizde yarattığımız dünyalarda yaşamıyormuyuz? Yalın gerçeği değil, algılayabildiğimiz gerçeği yaşadığımız da gün gibi ortadayken, herkes kendi vizöründen hayata bakıyorken yaratıcılıktaki çeşitlilik hayatın her alanında olduğu gibi özellikle sanatta kendini göstermekte ve toplumun sanatsal bakış açısı da her geçen gün daha çok gelişmekte. Tarih boyunca her zaman birileri diğerlerinden daha yaratıcı oldu. Einstein, Da Vinci, Dali, Picasso, Rembrant, Mozart, ve daha niceleri... Onlar yaratıcılıklarıyla ölümsüzleştiler...

Buraya kadar herşey normal. Olay işte tam da burada kopuyor...

Nedense insanlar yaratıcığın genelde sanatsal faaliyetle doğabileceğine inandılar. Ya da koşullandılar... Halbuki yaratıcılık hayatın her alanında... İnşaat teknolojisinden nano teknolojiye, fizik kimyadan her türlü mühendislik dalına kadar hayatın her alanında... Cehaletinden dem vurduğumuz evdeki ayşe teyzemiz bile mutfağını ne kadar da kullanışlı bir şekilde değerlendiriyor?! Halbuki her türlü puzzle ı ustalıkla birleştiren bir ergen, onbeş tava yirmibeş kap kacağı onun kadar ustaca yerleştiremezdi daracık mutfak dolaplarına. Yaratma eylemi zannettiğimizden çok daha fazla hayatlarımızın içinde ve bizimle birlikte yaşıyor. İçimizde, bizimle... her an yeniden yaratılmıyor muyuz aslında? Hücrelerimiz her an yeniden doğup hayata merhaba demiyor mu? Yaratım bir süreçtir ve değişimin ta kendisidir. Yaratım değişimdir, değişim de yaratımdır. Değişikliğe olan şaşkınlığımızdır aslında yaratıma karşı olan hayranlığımız. Yunan filozof Herakleitos'un da dediği gibi, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir!...

İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkan tüm sanat eserleri, bütün medeniyetler, bütün insanlar, hayvanlar ve bitki örtüsü yaratım sürecinin birer parçasıdır. Sanat ve sanatçı arasındaki bağ da aslında kollektif bilincin bazılarında daha kuvvetli ortaya çıkmasından başka birşey değildir...

Daha çok fosfordur yaratıcılık. Daha çok omega 3 içerir. Alkollü ortamdır . Rakı sofrasındaki balık salatasıdır...

31 Ekim 2009 Cumartesi

Değişen frekanslar, gelişen tehlikeler

Aidsten bile korkmayan türk erkeği bu sefer domuz gribinden korkuyor. Çünkü artık atın ölümü arpadan değil ama tayın ölümü domuz gribinden olabilir. Söz konusu çocuklarımız olunca her zamankinden daha çok endişeleniyoruz ki bu da çok normal bir durum. Tabi hal böyle olunca çeşitli spekülasyonlarda ortaya atılıyor. Genel kanaat virüsün kendiliğinden ortaya çıkmadığı yönünde. Ülkemizde ve dünyada hızla yayılmakta olan domuz gribi hakkında günümüzde pek çok haber çıkmakta ve yazılar yazılmakta...
-Birinci görüş, virüsü amerikalıların geliştirdiği ve İran, Venezuela gibi anlaşamadığı ülkelere göndermek isterken yanlışlıkla bütün dünyaya hatta kendi vatandaşlarına bile bulaştırdığı yönünde. Ben Amerika'nın yaptığını sanmıyorum çünkü bu virüs çok da öldürücü ve tehlikeli değil sadece çok hızlı bulaştığı için bu kadar medyatik oldu. Amerika istese çok daha kuvvetlisini yapardı.

-Bir diğer görüş de dünyada nüfus planlaması yapmak isteyen Birleşmiş Milletler'in bütün dünyanın etkileneceği bir virüs yayarak dünya nüfusunu 1 milyar azaltmayı planladığı...-ki dediğim gibi virüs sadece bazı durumlarda öldürücü olabiliyor. Ortaçağda 1347-1353 yılları arasında veba hastalığı bütün avrupayı kasıp kavururken avrupa nüfusunun üçte biri bu sırada kaybedildi. Öyle ki sadece bir yılda venedik'in nüfusu 140 binden 70 bine düşmüştü. Dünya nüfusunu planlamak için bu çapta bir virüs yaymak belki de insanlığın sonu bile olabilir. Bu durum Birleşmiş milletler konseyi üyelerinin ailelerini bile tehlike altına alacağından bu ihtimali de es geçiyorum.

-Bir başka görüş ise büyük ilaç şirketlerinin daha fazla para kazanmak için bu virüsü dünyaya yaydığı şeklinde. Her türlü ilaçtan zaten parayı vuran ilaç firmalarının böyle ucuz ve tehlikeli bir yönteme başvuracağını sanmıyorum. En basitinden bir aspirin bile insanlar tarafından grip aşısından daha sık tüketilmekte ve daha karlı bir ürün halindeyken ilaç firmaları sadece biraz daha fazla para kazanmak için neden böyle riskli bir işe girişsinler ki?

-Bir başka görüşte ise dünyanın değişen iklim dengeleriyle beraber virüs popülasyonunun da değişiklik gösterdiği ve bundan böyle insanoğlunun daha önce hiç karşılaşmadığı yeni hastalıklarla karşılaşabileceği iddia ediliyor. Bana en mantıklı gelen görüş bu.

Sanırım bu hastalık hakkındaki tek sevindirici haber domuz gribinin aslında o kadar da öldürücü olmadığı sadece çocuklarda ve yaşlılarda bazı durumlarda öldürücü olabileceği ve basit temizlik önlemleriyle hastalıktan korunulabilmesi.

Domuz eti yemeyen müslüman ülkelerin halkları da isminden dolayı bu hastalıktan fazlasıyla tiksinmiş durumda. Hatta domuz eti yenmeyen bir ülkede domuz gribinin nasıl bulaştığını anlayamayanlar bile var hala. Hatta belki duruma vakıf olamayan bazı vatandaşlar hiç domuz eti yemediği için bağışıklık sisteminin domuz gribine karşı dayanıksız kalmış olabileceğini bunun yanı sıra domuz eti yiyen milletlerin domuz gribine karşı daha dayanıklı olabileceğini bile düşünebilir. Ama sorun uluslararası bir problem ve artık dünya gerçekten global bir köy haline geldi. Herhangi bir virüs bir uçakla Hong Kong'tan Amerika'ya taşınabiliyor. Hava yolu şirketlerinin ne kadar yoğun uçuşlar yaptığını düşününce herhangi bir virüsün bir anda ne kadar hızlı bir şekilde bütün dünyaya bulaşabileceğini bu hastalık sayesinde görmüş bulunmaktayız.

Kuş gribinden daha az tehlikeli olan domuz gribinin dünya mikrop tarihine adını altın harflerle yazdırabileceğini sanmıyorum. Eminim kısa sürede insan ırkı ilaca gerek kalmadan kendi
bağışıklık literatürüne domuz gribini de ekleyecek ve bu hastalığı da bertaraf edecektir. Asıl tehlike, değişen yerküreyle beraber herşeyin değişmesi. Sadece dağlar, denizler bitki örtüsü değil! insanlar, hayvanlar ve mikroplar da bir değişim içerisinde. İnsanoğlunun kendisini ve çevresini farkındalığı her geçen gün artarken kromozom yapımız da değişiyor. Yeni doğan bebeklerin dna sarmalları bile artık çok daha gelişmiş vaziyette. Bebekler artık bazı hastalıklara karşı doğuştan korunmuş halde dünyaya geliyorlar. Virüsler de buna bağlı olarak devamlı gelişiyor. Kısacası belki evrenin değil ama içinde yaşadığımız dünyanın ve güneş sisteminin frekansı değişiyor. Bu değişen yeni frekansa ayak uydurabilecekler hayatta kalacak. Gelecekte daha sıcak, daha mikroplu yeni bir dünyaya ayak uydurabilenler olabileceği gibi uyduramayanlar da olacak...

16 Ekim 2009 Cuma

Rendenin üzerinde kalan kırmızı domates kabuğu olmak


boktan hayat!
içinde mutluluklar var...
boncuk gibi dizilmiş rengarenk halkalar...
yarım dünya, yarım mutluluklar...
hmm bugün etini yememiş bizim karabaş...
çiçek bahçesi seyise kötü gelir...
alışmış zahir at tezeğine,
gülün kokusu çok ağır...
işte hayat!
rendenin üstündeki domates kabuğu gibi olmak lazım
öğütülememiş domates kabuğu gibi hayatın tam ortasında...
posası çıkarılmışlarla beraber nefes almaya çalışmak!
domates kabuğuyum kırmızı benim rengim!
mutluluk halkasıyım...
direniyorum!
kahverengi olmak istemiyorum...

hayata karşı direnmek gerek...
ha gri ha kahverengi ne farkeder, özüne dön rengini bul
uzaydan dünyaya bakınca görülebilen ilk insan ol
dünya uzaydan bakınca mavi,
yerden bakınca kahverengi
çiçek ol domates ol ama kahverengi olma
insan ol evlat!
sadece saçın kahverengi olsun
içinse kırmızı domates kabuğu...

10 Ekim 2009 Cumartesi

IMF BAŞKANI VE ANNEMİN TERLİKLERİ





Amerika Başkanı George Bush'un ardından geçtiğimiz günlerde IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn' a da ayakkabı fırlatılmasıyla beraber artık sanırım özünde bir arap geleneği olan bu eylem dünya çapında bir protesto şekli haline gelecek gibi görünüyor... Bundan sonra dünyanın enerji kaynaklarını sömüren ülkelerin liderleri, IMF ve Dünya Bankası gibi ekonomiye yön veren kuruluşların başkanları kafalarına ayakkabı yemeden basın toplantısı yapmanın yollarını aramak zorunda kalabilir. Çünkü ayakkabı her an heryerden gelebilecek bir tehlike. Bu anlamda ortada bir güvenlik açığı bulunduğundan bahsetmek de gayet mümkün... Toplantı odasına kesici- delici bir aletle ya da bir tabancayla girmek mümkün değilken artık çelik pençeli kösele bir ayakabıyla kafa yarmak mümkün hale gelecek. Aslında eskiden de bu mümkündü ama kimsenin aklına gelmiyordu sanırım ki kimse de yapmıyordu zaten ama artık Irak'lı bir gazeteci yaptı ve bunun mümkün olduğu anlaşıldı. Üstelik kurbanın yanına yaklaşmadan uzaktan kumandayla, fırlatma yöntemiyle...Hem de eğer yeterince hızlı davranırsanız iki ayakkabınız olduğu için iki atış hakkınız olacak. Artık basın toplantısı sırasında hiçkimse ayakkabılarını bağlamak için de eğilemeyecek. Çünkü bu durumda korumalar tarafından ayakkabısına yönelen şahısa müdahale edilmesi kaçınılmaz hale gelecek. Artık korumalar ayakkabı fırlatılmadan önlem almanın yolarını arayacak. Mesela korumalardan biri sırf fırlatılması muhtemel bir ayakkabıyı havada yakalamak için başkanın hemen yanında bekleyecek. Belki de bu iş için özel eğitim bile almış olacak.
Bu durum küçükken yaramazlık yaptığımda annemin oturduğu yerden bana fırlattığı terlikleri aklıma getirdi. Kaçınız çocukken annenizden terlik yediniz bilmiyorum ama ben bol miktarda hızlı ama sert olmayan terlik saldırılarına maruz kalmıştım. Annem bana her seferinde acıtmayan yumuşak ev terliğini fırlatırdı. Terlik havada kavisler çizerken ustalıkla terlikten kurtulmayı başarmıştım hep.
Şimdi bu haberleri izledikçe yıllar sonra bu nostaljiyi hatırlıyorum. Kimbilir belki zaman içinde ayakkabı eylemi öyle bir hale gelir ki;
sağcıya takunya;
solcuya işçi çizmesi;
kapitaliste parmak arası terlik;
komüniste asker botu gibi kendi içinde çeşitli klasmanlara bile ayrılabilir gelecekte

4 Ekim 2009 Pazar

OLACAK OLAN



Benim için bilim dünyasını etkileyen 4 önemli buluş vardır; Arşimet'in suyun kaldırma gücünü bulması, Newton'un yer çekimi kanunu, Einstein'in izafiyet teorisi ve son olarak da Max Planck' in quantum teorisi... Esasen bu dört önemli buluş da birbiriyle bağlantılı olması ve hayatımızın içinde olmasına rağmen son zamanlarda quantum fiziği en çok konuşulan konulardan biri haline geldi (Einstein'in izafiyet teorisinin fikir babası, quantum fiziği olmasına rağmen sanki bu teori son zamanlarda ortaya atılmış gibi bir hava esiyor ortalıkta. Halbuki Max Planck bu teoriyi ortaya attığı sırada Einstein kısa pantolonla geziyordu). Bunun yanı sıra nano teknolojideki gelişmeler, genetik dünyasının neredeyse ölüme çare bulacak hale gelmesi, bana atlantis uygarlığını hatırlattı. Onlar da ölüme çare bulmuşlardı ama büyük tufandan kurtulamadılar. Zaten hücrelerin devamlı kendisini yenileyebileceği bir teknolojiyi bulmak demek, vücudumuza bir kamyon çarptığında ölmeyeceğimiz anlamına gelmiyor!
Görünüşte her ne kadar heyecan verici olsa da bilimdeki bütün bu gelişmeler git gide daha ürkütücü ve tehlikeli bir boyuta ulaşıyor! Ama insanlığın geleceğine dair olan merakım içimdeki korkudan daha ağır basıyor. Bilim ve buna bağlı olarak da teknoloji artık önü alınamaz bir şekilde ilerlemeye başladı. Bizler, madde bedenlerimizden sıyrılıp evrende sörf yapmanın yolunu henüz bulamadan delinin biri bütün dünyayı havaya uçurabilir... Ve bu ihtimal her geçen gün daha da artmakta... Toplumda gördüğümse şu: İnsanlar kafasının basmadığı noktada, durumu umursamamayı tercih ediyor... Bir umursamamazlık hakim, deve kuşu gibiyiz. Geleceği göremiyor ya da umursamıyoruz. Fakat maalesef tehlike sadece sera gazı etkisiyle sınırlı değil. Kendi beyinlerimizin ürettiği problemlere artık çözüm bulamaz hale geldiğimizde çok geç olacak! Bu sıkıntıların psikososyal etkileri de cabası! Türk, yunan, alman demeden hepimizin ortak problemi bu!
Ben bundan böyle hayatlarımızı daha yaşanabilir kılmak adına yapılan yeni buluşları görmek istemiyorum. Mevcut teknoloji bana fazlasıyla yetiyor. Bilgisayar ve elektronik teknolojisi, dvd filmler, ulaşım hızı, organik meyveler, sebzeler, evimizdeki beyaz eşyalar, mevcut finans sistemi, plastik alet edevatlar, teflon tava, düdüklü tencere, cep telefonu... Mevcut teknoloji bana yetiyor!.. 3G yeter bize.. 4G olmaz olsun! Eninde sonunda ya 7 ya da 8G çıkmamak üzere kıçımıza girecek çünkü! Ve o zaman herşey için çok geç olacak... olacak olan o sonunda!
Öneri:
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi uluslararası bir Bilimsel Gelişmeler Konseyi de kurulmalı ve bu konsey dünya ülkelerinin en çok önem verdiği kurum olmalı. Artık teknolojiyi kontrol altına alma zamanı geldi! Yeryüzündeki tüm araştırma laboratuvarları, tüm şirketler, arge departmanları... Hepsi bu kurumun denetimi altında olmalı. Her yeni ürün ya da buluş kullanıma sunulmadan önce insanlık üzerindeki olası etkileri iyice hesaplanmalı! Sadece fiziksel etkileri değil sosyal ve psikolojik etkileri de... Eğer bu etkiler hesaplanamayacak durumdaysa hesaplanabilecek duruma gelene kadar o buluş kullanıma sunulmamalı...
Doktorlar cep telefonları çıktıktan sonra beyin tümörlerindeki artışın tesadüfi olmadığını söylüyorlar... Tümör çocuklarımızı vurmadan gereken önlemi almalıyız...

1 Ekim 2009 Perşembe

feysKA'larıma

Bırbırımızın hayatına
hiç farkına varmadan giriyoruz..
Tuslara dokunarak konuk oluyoruz bırbırımızın özeline..
Okudklarımızda..paylaşımlarımızda...
yakın bulduklarımızı işaretlıyoruz bı daha kaybetmemek adına..
Bı devamlılık getırıyor sonra bu...Her gun her yazısını her paylaşımını merakla beklıyoruz o kişinin
Ne yapmıs
moralı bozuktu bı ara
duzeldı mı?
Bı ıs basvurusuna gıtmıstı sonucu ne oldu?
Annesıyle ılıskılerı gergındı barıstılar mı?
Ve derken derken hayatımıza almıs oluyoruz o kısılerı..Yakından takıbınde oluyoruz..
Ne yaptı ne ettı ?
Yazdıklarını yeterlı bulmuyoruz bazen
Öylesıne yakın hıssedıyoruz kı kendımıze..
Yazdıklarının harıcınde anlamlar da yukluyruz satırlarına.
Bu kız uzgun bak !
kapatmaya calısmıs ama
ustunu ortemedıgı bı huzun var yazdıklarında
Ve bıseyı anlıyoruz..
Bazı ınsanlar aynı biz...
O kadar bıze yakın o kadar can .. o kadar candan kı ..Özumuz kadar yakın buluyoruz onu..
Sevıyoruz..
Uzuntulu satırlarında huznunu..
Satırlardan taşan sevınclerınde mutlulugunu paylasıyoruz..
Çok uzaklarda yuzunu goremedıgımız ama canımız kabul ettıgımız dostumuz oluyor
sevgıyle yaklastıgımız..
kaybolmasını ıstemedıgımız.


feysKA'larıma sevgiler...

Melike Melis Öneş

30 Eylül 2009 Çarşamba

Melike' nin gözüyle renkler...


Ben maviyim....

Tıpkı engin denizler ve gökyüzü gibi...Özgür ve bağımsız...

****************

İnsanlar rengarenktir benim gözümde...

Eğer mavi etkisi yaratıyorsa,çok severek konuşurum...İletişimde,vücut dili kendini belli eder zaten...Konuşulan dilin yanında,dinleyebilen insan mavidir benim gözümde...Mavi soğuk bir renktir,ama ferahlatan bir etkisi vardır....Bilge bir renktir bana göre.Maviler arasındaysam,keyfime diyecek yoktur..Hele çevremdeki eşyalarda saks mavisi varsa,huzur dolarım...

Kırmızı etki yaratıyorsa,harekettir benim gözümde...Dans edenler,kırmızıyı anımsatır bende...İspanyollar,çingeneler,romantikler...Hep kırmızıdır nedense...İsyanlar....Harekettir....Adrenalin rengi..

Eğer bende siyah alarmı veriyorsa,asil ve saygın bir renktir.Renk bilimciler,siyahı renk olarak görmezler,çünkü negatiftir onlar için..Ama ben çok severim...Özellikle esmerse(!)

Beyaz etkili insan,iyilik ve kötülüktür benim için...Doğumda ve ölümde beyaz kullanılır....Hem hüznü hem de sevinci çağrıştırır...Dönemlerin rengidir..Doğum,evlilik ve ölümün....Vazgeçilmez...

Kahverengi,memurları hatırlatır bana...Dikkat çekmeyen,durağanlığı ama çalışkanlığı çağrıştırır....Düzen rengi...

Yeşil,Bir ağaç üretkenliği kadar anaç gelir bana..Şevkat..Ve ne gariptir ki su gelir gözümün önüne,yeşili düşündüğümde..Huzur verir..Hele mavi ile bir araya gelirse,sonsuz bir huzur duyarım...

Sarı,hep itici gelmiştir...Aşırı dikkat çekici olduğu için mi, yoksa,sonbaharı hatırlattığı için midir bilmiyorum ama tuhaf bir hüzün vardır bu renkte...(sarışınlıktan bahsetmiyorum)

Melike Melis Öneş

21 Eylül 2009 Pazartesi

Çeşme'de aklıma gelenler


VOLUME1 (bu volume de yeni çıktı! neyse! biz de modaya uyalım)

Çeşme'ye gitmeden önce ayna karşısında çalıştığım cool takılma egzersizleri olumlu sonuç verdi! Teoman ve diğer rockçılar gibi, olan biten herşeye karşı ilgisiz kalışım sonucu garsonlar ve diğer misafirler arasında önemli bir yerim var artık. Ben istemeden masama türk kahvesi bile geliyor. Yalnız tek bir sorun dışında! Vücudumun hiçbir yerinde dövme olmadığı için çakma cool olduğum plajda hemen belli oluveriyor. Bunu farkettiğim anda keşke kafamı da kazıtsaydım diyorum. Dövmenin eksikliğini belki bir nebze giderirdi. İşte o zaman herşey süper olurdu. Ha bir de cep telefonumda çalan kurtlar vadisi müziği de olmasaydı daha iyi olacaktı ama maalesef emektar telefonumun melodisini değiştiremiyorum. Yoksa bizim düldüle amy winehouse çaldırmasını bende bilirdim;)) Sonuçta herşey manevi tatmin için;)

VOLUME2

Gençlere tavsiyeler:
Tek başınıza tatile gittiğinizde çoğu zaman gayri ihtiyari olarak iki davranış modelinden birini benimsemeniz gerekmektedir...
Birinci modelde (sap) dışa dönük bir tavır sergilersiniz. İnsanlarla diyalog halinde olur, küçüklerinizi sever, büyüklerinizi sayarsınız. Bunun mükafatı olarak da yan şezlongtaki ayşe teyze soyduğu hıyarın yarısını size keser, tuzlayıp yersiniz. Seversiniz sevilirsiniz... Selahattin abinin oğlu ataberk kafanıza beşinci kez topu atar, sesinizi bile çıkarmazsınız. Hatta bir de çocuğun başını okşar, çukolata verir gönderirsiniz. Garsonlarla yakınlaşma çabanız da olumlu sonuç vermez hatta istemiş olduğunuz kaşarlı tost kırk dakika sonra soğumuş vaziyette gelir. Vakti zamanında garsona yavşadığınız için şimdi tripte atamazsınız. Ama başınıza ne gelirse gelsin bir şekilde hep insanlarla iletişim halinde olursunuz. Tabi her zaman nezahat hanımlar ayşe teyzeler olmaz bu alemde bazen haleler jaleler de denk gelebilir. Takıldığınız mekana bağlı. Ama her halükarda dışarıya yavşak bir görüntü vermekten kaçamazsınız.

İkinci modeldeyse cool olmayı tercih edersiniz. Bu modernizasyon sürecinde öyle ayşe teyzelerle falan işiniz olmaz. Ataberk yanınıza gelmeye tırsar. Yalnız ama gururlusunuzdur. Arada sırada İstanbul'daki kız arkadaşınız telefonla sizi arar. Bu da sizin gerçekte yalnız olmadığınızın bir göstergesidir. Cool görünmek için saatlerce hiçbirşeyle ve hiçkimseyle ilgilenmeden plajda kitap okumanız gerekebilir. Kitap mümkünse ingilizce olsun, havanız ikiye katlanır. Melis muhteşem vücudu ve neredeyse ipkini denilebilecek incelikte bikinisiyle önünüzden geçer siz dönüp de bakmazsınız bile! Garsonlar siparişi erkenden getirirler. Kodummu oturturum bir havanız vardır. Bu noktada size sabrı ve hakkı tavsiye ediyorum. Çünkü böyle davranmak, kasılarak herşeye karşı ilgisiz durmak gerçekten çok zordur. Yolda yürürken artisliğinizden sağa sola bakmadığınız için her an bir kamyonun altında kalabilirsiniz! Ama bunun mükafatı olarak da ortam size akar, siz ortama girmek için uğraşmazsınız. Bir süre böyle davrandıktan sonra iletişimi artık garson kendi kurmaya çalışır. Mesela gelir şemsiyenizi düzeltir. Herşey sizin onu farketmeniz içindir. Taş gibi melis plajda havluyu daha yakınınıza sermiştir artık. Bunu gören haleyle jalede anında damlar zaten. Ortam kendiliğinden kurulmuş olur böylece.

Tabi bütün bunların dışında başka modeller de mevcut bu memlekette. Ama benim keyfim sadece bu iki modeli ele almak istedi. Ya da belki dikkatimi sadece bunlar çekmiş olabilir. Bu durumun bilinçaltımda yatan gerçekliğini de başka bir yazıda sorgularız;)
Yalnız tatile gitmek isteyenler sözlerimi dikkate alıp öyle yola çıksınlar! Selametle...

19 Eylül 2009 Cumartesi

SATRANÇ


Satrançta zeka mı ön plandadır yoksa tecrübe mi diye soracak olursanız cevabım şu olur:

İnsan satrancı tecrübesi kadar bilir, zekasıyla oynar.

En tecrübeli oyuncular bile bir bebeğe yenilebilir;))

Selin götürdükleri


Geçtiğimiz günlerde İstanbul'da yaşanan sel felaketi hepimizi derinden etkiledi. "Yağmurdan korkan sokağa çıkmasın" sözü de böylece gerçek oldu. İnsanlar biraz yağmur yağınca; yol çöker sel olur korkusuyla evlerinden dışarı çıkmıyorlar.

Yaşanan sel felaketinden sonra bizim medya organlarımız da "dünyaya rezil olduk" diyerek ilk yaygarayı da kendileri kopartmıştır. Dünyanın bize olan bakış açısını da aslında bir ölçüde öz- medyamız yönlendiriyor. Dünyanın her yerinde seller oluyor; Amerika'da insanlar ölüyor, Asya'da binlerce insan evsiz kalıyor hiçbirşey olmuyor da bizde sel olunca mı dünyaya rezil oluyoruz?! Medyamızda bu haberleri gören uluslararası basın ajansları da haberlerini ona göre veriyorlar! Bu durumda dünya medyası bir eşşekse eğer, bizim medya da eşşeğin aklına karpuz kabuğu düşürüyor. Bütün bunların yanı sıra konuya itidalle yaklaşan yazarlarımız da mevcut. bunlardan biri de Cevdet Kızıl.

Kendisi aslında bir akademisyen. Kadir Has Üniversitesi'nde doktora tezini yapan yapan pırıl pırıl, gelecek vaadeden bir türk genci Cevdet Kızıl... Geçtiğimiz günlerde kendisinin Habertürk Gazetesi'ndeki bir yazısına rastladım. Bu satırları yazmama asıl vesile olan da o makaledir. Yazıda Cevdet Kızıl sel felaketinin uzun vadede yol açacağı problemler ve ekonomideki sıkıntıya değinmiş. Bugünlerde sık sık bu tür haberlere rastlamak mümkün. Fakat Kızıl'ın yazısında dikkatimi çeken ince nüansları umarım diğer okuyucularda farketmiştir...

Nüanslardan birincisi; sel felaketinden sonra sigorta şirketlerinin seli sigorta kapsamından çıkarması ve buna karşılık devletin hiçbir müdahalesinin olmaması. Bence bankacılık denetleme ve düzenleme kurulundan ayrı olarak sigortacılık düzenleme kurulu da oluşturulmalı. bugün hepimiz depreme karşı evlerimizi sigortaladık. Ya olası bir depremden sonra da sigorta şirketleri depremi sigorta kapsamından çıkartırlarsa ne olacak?

İkinci nüans ise ülkemizde yaşanan sel felaketinin avrupadaki yankıları! Avrupa Kültür Başkenti olmaya aday İstanbul'un ve Avrupa Birliği üyesi olmaya aday ülkemizin uluslararası basında arzu edilmeyen görüntülerle yayınlanması!

Kızıl konuyu pek çok köşe yazarı gibi rezil olduk feveranlarıyla değil gerçekçilikle ele almış. Umudum Cevdet Kızıl gibi genç yazarların sayısının artmasıdır.

Medyamızda yeralan, ülkemizi kötüleyen haberlere lütfen prim vermeyelim! Dürüst yayın organları ve yazarlar da hakettiği yeri bulmalı artık... Sağlıcakla ve sevgiyle kalın...
20 Eylül 2009'da İzmir Çeşme' deyim. Heyet-i umumiye azalarına duyurulur;))

Kan kardeşi deyiminin gelişim süreci: kanka, kanki, kankito... ve son olarak da KANKİTORYUS!!!


Kanka, kanki, kankito...kankitoryus!!!
Tarihteki ilk kankalar...
Romalı General Marcus Antonius Zubizaretta, M.S. 331 yılında galyalılara karşı kazanılan büyük bir zaferin ardından silah arkadaşı Afrika asıllı Skito Mokoko' yu kan kardeşi ilan etmiş ve kendisine en büyük kardeşlik nişanı olan kankitoryus ünvanını vermiştir. daha sonra da Büyük Kankitoryus Skito Mokoko'yu şark cephesi komutanı yapmış ve Atina'ya göndermiştir.Yanda resmini gördüğünüz kankitoryus şark cephesine kumandan olduktan sonra bıyık bırakmış ve iyice psikopata bağlamıştır. Kankitoryus 369 yılında Afyon Karahisarda attan düşerek ölmüştür. Mezarı yıllar sonra 1998' de Danimarka'lı Linguist- arkeolog Homo Daniel Rasmussen tarafından Bolvadin' de bulunmuş olup 2002 yılında kültür bakanlığı tarafından "kanka baba" türbesi adı altında halkın ziyaretine açılmıştır. Kendisi bugün hayatta olmasa bile büyük kankitoryusun anısı dilimizde kanka, kanki ve kankito olarak yaşamaktadır. Çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miraslardan biri olan kan kardeşliği müessesesinin kurucusu Great Kankitoryus' u buradan rahmet ve saygıyla anıyoruz...

18 Eylül 2009 Cuma

ilkel ilke

ilkellerin ilkesi ilkesizliktir...

Can Yücel' den "Gitmek"


Gitmek

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

Can Yücel

15 Eylül 2009 Salı

günün sözü

Bir astronom; Simon Newcom – 1902:
“Havadan ağır nesnelerin uçması mümkün değildir.”

13 Eylül 2009 Pazar

Cem Özüak güncesi

Cem Özüak güncesi
FUZULİ BİR YAZI
Fuzuli türk divan edebiyatının en büyük şairlerinden biridir. Bireysel duygu ve sevgi anlayışını barındıran şiirleriyle ünlüdür. Asıl adı Muhammed Bin Süleyman dır. Doğum yılı kesin olarak bilinmemekle beraber bazı kaynaklarda 1480 olarak geçmektedir. Kerbela’da doğdu. 1556 yılında yine Kerbela’da vefat etmiştir. Yaşamı hakkında yeterli bilgi yoktur. Şiirde "fuzuli" adını, kendi şiirlerinin başkalarınınkilerle, başkalarının şiirlerinin de kendisininkilerle karşılaştırılması için aldığını, böyle bir takma adı kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğünden kullandığını, Farsça divanı’nın girişinde açıklar. İşe yaramayan", "gereksiz" gibi anlamlara gelen "fuzuli" sözcüğünün başka bir anlamı da erdemdir. Onun bu iki karşıt anlamdan yararlanmak istediğini söyleyenler de vardır.
Buraya kadar her şey normal. Şahsiyetin biyografisinden küçük bir bölüm sunduk Gelelim asıl konuya:
Halk arasında yaygın olarak kullanılan ‘’fuzuli’’ kelimesini pek çoğumuz ünlü divan şairi Fuzuli’den türediğini zannederiz. Ama sanıldığının aksine ‘’fuzuli’’ kelimesi sadece divan edebiyatı şairimizin kullandığı bir lakaptı ve belki de onun sayesinde dilimize yerleşmekle beraber kendisine zaman zaman haksızlık da yapıyoruz. Toplumda, sanki şair olan fuzuli çok fuzuli işler yaptığı için ya da şiirler yazdığı için bu ismin şairin şahsından dolayı boş ve gereksiz anlamında bir sıfat olarak kullanıldığına dair yaygın bir inanış var. Halbuki ‘’fuzuli’’ Farsça bir kelimedir ve başlangıçta sadece bir sıfat olarak kullanılan bu kelime, ünlü şairimizin bunu bir müstear isim olarak kullanmasının sayesinde isim olarak da anılmaya başlanmıştır. Yani boş iş yapan şairimiz değil, boş iş anlamına gelen kelimeyi isim olarak kullanan şairimiz Fuzuli’ydi.
Toplum olarak edebiyattan olduk olası pek anlamayız. Kazma kürek sallamak ve harç karmak gibi işlere olan muhteşem kabiliyetimiz düşün hayatında ve okuma dünyasında kendisini gösteremez çoğu zaman. Renkli gazete sayfaları dışında(-ki onları okumaktan ziyade çoğu zaman seyretmeyi tercih ederiz) pek kitap okuduğumuz söylenemez. Kitap satış rakamları da bunu ispatlar niteliktedir. Çoğunluk Fuzuli’nin bir şair olduğunu bilir. Ömer Hayyam’ı da az çok biliriz. Rakı sofralarında adı geçen ender şairlerden biridir Hayyam. Onu içkiye olan merakından dolayı tanırız zaten.Sokaktan rastgele birini çevirseniz,’’ Hayyam hakkında ne biliyosun?’’ diye sorsanız çok yüksek ihtimalle onun şaraba olan sevgisinden bahseder. Ama onun yazdığı şiirlerden birini okuyabilecek babayiğit pek az çıkar. Aynı şey Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina olayı için de geçerli. Kim savaşmış?, ne zaman savaşmış?,savaşın sonuçları nelerdir?, kimse bilmez. Ama iki şahıs arasındaki o malum görüşmeyi herkes az çok , yalan yanlış bilir. Fuzuli de artık yavaş yavaş kahve konuşmalarındaki yerini almaya başladı diğerleri gibi. Fuzuli işlerle uğraşma demek yerine Fuzuli gibi adamsın demeye başladık artık. Kimbilir zamanla hangi büyük sanatçı-bilim adamımızı gereksiz avam sohbetlerde harcamaya devam edeceğiz!
Bu ne biçim bir yazı böyle diyenler için: Yazının fuzuli olduğunu baştan söylemiştim! Hayat bir yanılsamadır zaten. Sadece detaylara dikkat edenler için..!
Cem Özüak

Cem

t Cem Özüak